21 Aralık 2017 Perşembe

13 Aralık 2017 Eski Kent Fotoğrafları Okuma III Toplantı Kayıtları

13 Aralık 2017 Toplantı Kayıtları


Ahmet Kolkoparan: En eski Çanakkale fotoğrafı olarak internette dolaşan 1895 tarihli bir fotoğraf. Fotoğrafın sol tarafında kadraja girmemiş bir şekilde Calvert yalısı var. Burası bugünkü iskelenin olduğu yer. Balıkçı barınağı, yat limanı, o bölgeyi gösteren bir fotoğraf.
Hektor İsmet Öktem: Eski vilayet binası o zamanlarda da var mıydı ben onu Cumhuriyetin ilanı ile yapıldı diye biliyorum. Burada görülen belediye binasının olduğu yer vilayetti diye biliyorum. 
Şahabettin Kalfa: O binanın yapılışı Kayserili Ahmet Paşa’nın gelip hükümet binası olarak yaptırıldığı yıllar 1870’li yıllardır. 1950’li yıllara kadar o bina hükümet binası olarak görev yapmıştır. Belediye binası da bugünkü askeriyenin yan tarafındaki vilayete bağlı olarak kullanılan binadır.
Hektor İsmet Öktem: 3 katlı bina adliye binasıydı.
Şahabettin Kalfa: Hayır, arkada yüksek olarak görülen bina Terzioğlu’nun konutudur.



Ahmet Kolkoparan: Uçaktan çekilmiş bir iskele meydanı fotoğrafı.
Şahabettin Kalfa: 1950 sonrasında çekilmiş bir fotoğraf. Restorasyon var orası belediye binası olacak. Hükümet binası da şu anki hükümet binasının olduğu yere taşınacak. Onun ön tarafında Turing kulüp tarafından kullanılan eski Rus konsolosunun olduğu binayı görüyoruz. En sonunda da Kale oteli olarak kullanılmıştır. Vitalis’in yan tarafında da eski bir depo vardı. O depo meydanın genişletilmesi için kaldırıldı. Eceabat’a gidecekler için iskelenin sol tarafından tekneler kalkardı. Aradaki küçük limandan ise Kilitbahir’e giden motorlar kalkardı. Oradaki bina iskelenin emniyeti için yapılmıştır. Yüksek binaların ilki Nafa müdürlüğüdür, yanında Sıtma Savaş ile Mücadele binası vardı, onun yan tarafında ise Özel İdare vardır. Atatürk’ün Çanakkale’ye geldiğinde çekildiği fotoğraflar o binanın ön tarafında çekilmiştir.



Ahmet Kolkoparan: İskelenin inşaatına dair bir fotoğraf.
Şahabettin Kalfa: Adliye binası Kayserili Ahmet Paşa caddesine bakar. Hemen onun arka tarafında ise Kavak hamamı ve kıraathanesi vardır. İskelenin genişleme çalışmaları sırasında yan tarafa gazino gibi bir yer yapıldı.
Ahmet Kolkoparan: Fotoğrafta gözüken belediye binasının yanında adliye binası var. Ancak 1930 haritasında adliye binası bugünkü Ziraat Bankası’nın olduğu yerde gözüküyor.
Hektor İsmet Öktem: Öyle bir şeyi hatırlamıyorum.
Şahabettin Kalfa: Adliye, az önce gösterdiğiniz yüksek binanın karşısına düşer. Hüseyin Akif Terzioğlu’nun binası ile karşı karşıyadır, onun yan tarafında ise noter vardı. Hükümet binası ise onların yanındadır. Manolya ağacı belediye binasının giriş kapısının önündedir.



Ahmet Kolkoparan: Uçaktan çekilmiş bir fotoğraf.
Şahabettin Kalfa: 1965 sonrasından bir fotoğraf. Turing kulüp yıkılmış.
Hektor İsmet Öktem: Hasan Temel Turhanlıların eviydi orası. Köşede Sümerbank yapılmış o bina hala daha duruyor.



Hektor İsmet Öktem: Çantalı hanımın yanındaki benim annemdir. Sol baştaki İkbal hanımdır. Nedime Hanım Kız Meslek Lisesi’nin hocaları, fotoğrafın tarihi 1950- 1960 yılı arasıdır.




Selim Varon: Çatlatan motoru diye bir motor vardı. Bu motor bizi Kilitbahir’e götürür, getirirdi. Med ve cezir olayları olurdu. Bir bakarsınız motor çok aşağıda, bir bakarsınız motor çok yukarıda olurdu. Biz bu motora bindiğimiz zaman bir mezarın içine girerdik, sağ salim gidebilecek miyiz diye endişelenirdik. İstanbul’dan Kilitbahir’e geldiğimizde de böyle bir motora binerdik. Üstünde tabutta gibi hissederdik.
Yaşar Yuhay: İmroz’a gittiğimiz motorda buradaydı. Ali Kaptan’ın motoru vardı. Rumları İmroz’a götürürdü. 1960’lı yıllarda bir Rum vatandaşı motordan düştü ve vefat etti. Bizi motordan çıkarmadılar, emniyet geldi, sorgu sualden sonra bizi dışarıya çıkardılar. Denizden cenazeyi aldık. Rahmetli adam düştüğü zaman hep şapkasını tutuyordu. Meğer içinde dolar varmış. Akrabaları da “bu dolarları kim aldı?” diye soruşturdular. Sonrasında bir daha ifade verdik.

Selim Varon: Hafriyat yapılmadan önceki halini biliyorum. Orası aile çay bahçesiydi. İnsanlar semaverle çay içerlerdi orada gördüğünüz iskelede. Bizde küçükken donla denize girerdik orada.

Cumartesi günleri Maydos iskelesi, şu anda Limani otelinin önünü kullanıyorduk. O zamanlar sahilde masa ve iskemleler vardı. Fotoğrafta da eski tip masaları görebiliyoruz. Cumartesi günleri kutsal günümüzde ibadetten çıktıktan sonra anneler, babalar çocuklarını alır kahvaltı geleneğini yerine getirirlerdi. Evde yapılan börekler, çörekler beyaz peçeteler içinde buraya getirirlerdi. Peçeteleri tahta masaların üzerine örtü olarak kullanır, çay içerdik. Sadece çayın parasını verirdik.
Yaşar Yuhay: Bu binada bir doktor bey vardı. Onun yanında Kahveci Ali Dayı vardı. Ben annesiz yaşadım, o kahvede, o dumanın içinde büyüdüm. Onun yanında Çanakçı vardı, onun yanında büyük bir kahve, Deniz Kıraathanesi vardı. Önden girip arkadan çıkabiliyordunuz.



Yaşar Yuhay: İskele daha yoktu, tahta bir iskele vardı, yürüdüğümüz. Önünde de İstanbul Lokantası vardı, esnaf lokantasıydı. Annem olmadığı için orada yemek yerdim. Tahta iskelenin de tahtaları oynardı.
1 Temmuz’da bayram kutlamaları olurdu, yağlı direk koyarlardı. Sonrasında yağlı direği yeni iskeleye bağlamaya başladılar.
 Şahabettin Kalfa: 1940’lı yıllarda daha iskele yapılmamıştı. Bazı yanlış anlaşılmalar oluyor.
Yaşar Yuhay: Öndeki binada Avrupalılar gelir film oynatırlardı. 20 ya da 25 kişilik film izleme seansı yaparlardı.
Şahabettin Kalfa: Sahildeki kiliseden bahsediyoruz kilisenin adı Fransız Katolik Kilisesi’dir.
Yaşar Yuhay: Yanında konsolos köşesinde de meyhane  vardı.  



Ahmet Kolkoparan: İskele meydanının hemen ağzı, Saat Kulesi’nden dönerken.
Şahabettin Kalfa: Sağ taraftaki görülen şey Yeşilbaş dedenin türbesi. Yolun bittiği yerdeki bina Hasan Semer’in eczanesinin olduğu yer. Karşı taraftaki görünen binalr Faik Seçkin’in binasıdır. Arkadaki görülen bina palamut depolarıdır.



Şahabettin Kalfa: Karşıda gördüğünüz yüksek bina Hüseyin Akif Terzioğlu’nun binası. Onun yan tarafında İsmail Hakkı Toygar’ın fotoğraf binası, onun yan tarafında Faik Seçkin’in dükkanı vardır. Yukarıdaki gördüğünüz yüksek binada adliye binasıdır. Adliye oradan kalktıktan sonra bazı öğretmenlerimiz o binayı kiralayıp öğrenci yuvası yaptılar. Bu fotoğraf işgal dönemine ait bir fotoğraftır.


Salim Varon: Çimenlik Kalesi’nde deve güreşleri olurdu.
Şahabettin Kalfa: Bu fotoğrafın yeri Kurşunlu camiinden çıkan Sarıçay’a giden yol ile Helvacıoğlu sokaktan gelen meydanın olduğu yerdir. Bugünkü balıkhanenin olduğu alandır.


 

Yaşar Yuhay: O park yeri sonradan yapılmış bir park yeri. Bizim zamanımızda faytonlar vardı. Ben 1967 senesinde buradan ayrıldım. Taksiler yanlamasına park etmezlerdi.


Şahabettin Kalfa: İskelenin ortasında palamut deposu vardı. Onun gibi yıkılan alanda 15 ya da 20 kadar palamut deposu vardı. Çanakkale’nin bir numaralı ihracaat ürünü meşe palamuduydu. Gemi yanaştığı zaman bütün at arabaları, bütün kamyonlar arı kovanı gibi depolardan malı iskeleye taşırlardı.
Yaşar Yuhay: Palamut ihracaatı 1969 senesinden 1975 senesine kadar devam etti.
İzmir tüccarları gelirdi, buradan giderdi. 15 günde bir gemi gelirdi. Ali Bey’in mağazaları vardı.Eskiden depolara mağaza derdik. Solomun Yuhay babam, Selman Ruso esas tüccar oydu. Kurşunlu hamamın arkasında evi vardı.
Palamutlar Işıldak köyünden gelirdi.


Selim Varon: İskelede vinç de kurulmuş. Bu fotoğraf 1960’lı yıllara kadar gidebilir. Vinç orada senelerce durdu.
Şahabettin Kalfa: Sol tarafta yeşillik olarak görünen yer Kayserili Ahmet Paşa caddesinin olduğu yer. Eski hükümet binası, sonraki dönemde belediye olarak kullanılan manolya ağacının olduğu yer. Adliye binasının olduğu yerin köşesinde ağaçlığa yakın yer noterdir. Fotoğrafta garaj görünüyor. 1952’li yıllardan kalma bir fotoğraf olabilir.
Yaşar Yuhay: Adliye tahta merdivenliydi. 12-13 yaşlarında birine bıçak batırmışım ve o nedenle savcıya çıkmıştım.

Hektor İsmet Öktem:  O köşedeki dükkan Ragıp Zeki’nin tuzcu dükkanıydı. Gazete kağıtlarından kese kağıdı yaparlardı.
Şahabettin Kalfa: Orada 1953 yılında bugünkü İzzet Melih Dilmaç’ın evinin olduğu yerde eski postahane vardı. 1953 yılındaki depremde hasar gördüğü için kullanılamaz hale geldi. Ağaçların olduğu yere baraka halinde bir postahane oturtuldu. Bugünkü Nedime Hanım Okulu’nun kıyı kısmına bir baraka halinde postahane kuruldu. Bu alanda hem Pazar kurulur hem de köylere giden minibüsler oradan kalkardı.  





  








20 Aralık 2017 Çarşamba

20 Aralık 2017 haber

Çanakkale Kent Müzesi’nde ÇOMÜ Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ortaklığı ile “Kent Üzerine Tartışmalar” serisi devam ediyor.

20 Aralık 2017 Çarşamba Kent Müzesinin konuğu “Çanakkale Yaşlılık Atlası” sohbet konusu ile ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Şeref Uluocak oldu. Çanakkale kent merkezinde yaşayan 65 yaş üzeri kişilerin sosyo kültürel, demografik, ekonomik özellikleri ile sağlık durumları, yaşam kalitesine dair araştırmalar paylaşıldı. Dünya nüfusunun hızlı bir şekilde yaşlandığını söyleyen Şeref Uluocak gelecekte 80 yaş üstü kişilerin sayısının oldukça artacağının varsayıldığını belirtti. Yapılan araştırmalar neticesinde ekonomik durumla doğru orantılığı olarak yaşlılık yaşam kalitesinin de arttığına değindi. Çanakkale özelinde ise yapılan çalışmada, kendi başına ihtiyaçlarını karşılayabilme, sağlık durumu, faaliyetlere katılım oranlar gibi sorularla yaşlılık atlasını oluşturduklarını söyledi. Çanakkale Belediyesi Altın Yıllar Yaşam Merkezi’nin açılması ile beraber sosyal faaliyet alanlarında var olan yaşlı birey sayısının da arttığına değindi. Yaşlıların daha kaliteli yaşam sürebilmesi için siyaset üstü politikalara ihtiyaç olduğunun altı çizildi. Çanakkale’de özellikle sağlık hizmetlerinin şehrin merkezinden uzağa taşınmış olmasının yaşlılar için sıkıntı yarattığı, bu sıkıntıların giderilmesi için kurumların birlikte çalışma prensibi ile hareket etmeleri gerektiği vurgusu yapıldı. Yapılan anketler neticesinde erkeklerin kadınlardan daha rahat yaşlılık geçirmelerinin yüklenmiş toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle olabileceği konuşuldu. Soruların ve paylaşımların ardından kent üzerine tartışmalar sohbeti Ocak ayının üçüncü Çarşambasında görüşülmek üzere sona erdi.


Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 27 Aralık 2017 Çarşamba saat 18.30’da Derleyen ve kolaylaştırıcı Ömer Gözükızıl ile “Çanakkale’de Derlenen Masallar IV” kent sohbeti gerçekleştirilecektir. Sohbette değerlendirilecek olan masallara Müze blog sayfası üzerinden ulaşabilirsiniz. 






14 Aralık 2017 Perşembe

13 Aralık 2017 haber

Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde Eski Kent Fotoğrafları Okuma serisinin üçüncüsü gerçekleştirildi.

13 Aralık 2017 Çarşamba günü Ahmet Kolkoparan kolaylaştırıcılığında “Eski Kent Fotoğrafları Okuma III” etkinliği gerçekleştirildi. Etkinlikte havadan çekilmiş Çanakkale sahil fotoğrafları üzerinden yorumlar yapıldı. Sohbete katılan konukların anılarını anlatması ile zenginleşen etkinlikte iskelenin yapıldığı tarihlerdeki fotoğraflar ve eski iskele fotoğrafları paylaşıldı. Işık Bayramı nedeniyle Havra’ya dini törenlerini gerçekleştirmek üzere gelen çocuklukları Çanakkale’de geçen Musevi cemaatinden konuklar da fotoğraflar üzerinden anılarını paylaştı. Sohbette Cumartesi günleri dini riteüllerini gerçekleştirdikten sonra iskeledeki tahta masalar üzerinde peçete serilerek evden getirdikleri yiyeceklerle yaptıkları kahvaltıdan, çocukluklarında sadece iç çamaşırları ile denize girdikleri anlara kadar anılar paylaşıldı. İskeledeki “Çatlatan Motor” maceralarının da paylaşıldığı sohbette medcezir zamanlarında motora binmenin zor olduğu, rüzgarlı havalarda ise motorun adeta bir mezar gibi hissettirdiği dile getirildi. İskeleden görünen binalar içerisinde palamut depolarının da olduğu ve meşe palamudunun 1970’li yılların başına kadar Çanakkale kentinin en önemli ihracat kaynağı olduğu söylendi. Eski belediye binası, Terzoğlu’nun evi, Turing kulüp, eski balıkhane gibi anılardaki kalmış mekanlar da hatırlandı. Eski Kent Fotoğrafları okuması etkinliği Ocak ayının ikinci Çarşambasında dördüncüsünün gerçekleştirileceği ve 13 Aralık tarihinde gerçekleştirilen etkinliğin çözümlemesinin Çanakkale Kent Müzesi blog sayfası üzerinden paylaşılacağı duyurusu ile sona erdi.

Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 20 Aralık 2017 Çarşamba saat 18.30’da Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Şeref Uluocak ile Kent Üzerine Tartışmalar IV “Çanakkale Yaşlılık Atlası” sohbeti gerçekleştirilecektir.








7 Aralık 2017 Perşembe

Eski Kent Fotoğrafları Okuma III


Takipçilerimizin bu fotoğraflara dair farklı bakış açıları ve bilgilere sahip tespitleri ile fotoğraflarda yakaladıkları detayları yorum bölümünde paylaşmalarını bekliyoruz. Fotoğrafa baktığınızda hemen aklınıza gelen; binaların inşa tarihleri/ dönemleri, mimari kimlikleri, kullanım amaçları, içinde yaşayanların kimlikleri  ve yaşam öyküleri ya da fotoğraftaki kişi ya da kişiler hakkında bilinenleri etkinlik öncesinde paylaşabilirsiniz. Böylece kent dışında yaşamını sürdüren dönemin tanıklarının bilgilerinin kentte yeniden aktarımı ve arşive kazandırılmasını amaçlamaktayız.

" Kentler anlatılınca güzeldir..."


 mottomuz ile bilgi ve yorumlarınızı hem bu alandan hem de toplantı salonumuzdaki etkinlik sürecinde bekliyoruz...



Fotoğrafta yer alan yapılar kent içinde bulunduğu fiziki konum, inşa tarihleri, bu gün var ve yok olanlar, işlevleri ve varsa işlev değişiklikleri, binalarda yaşayanlar ve anıları, yaşayanlar ile varsa anılarınız, sizin mekan ve binalara dair anılarınızı
paylaşabilirsiniz.



Fotoğrafta yer alan yapılar kent içinde bulunduğu fiziki konum, inşa tarihleri, bu gün var ve yok olanlar, işlevleri ve varsa işlev değişiklikleri, binalarda yaşayanlar ve anıları, yaşayanlar ile varsa anılarınız, sizin mekan ve binalara dair anılarınızı paylaşabilirsiniz.



Fotoğrafta yer alan yapılar kent içinde bulunduğu fiziki konum, inşa tarihleri, bu gün var ve yok olanlar, işlevleri ve varsa işlev değişiklikleri, binalarda yaşayanlar ve anıları, yaşayanlar ile varsa anılarınız, sizin mekan ve binalara dair anılarınızı paylaşabilirsiniz.



Fotoğrafta yer alan yapılar kent içinde bulunduğu fiziki konum, inşa tarihleri, bu gün var ve yok olanlar, işlevleri ve varsa işlev değişiklikleri, binalarda yaşayanlar ve anıları, yaşayanlar ile varsa anılarınız, sizin mekan ve binalara dair anılarınızı paylaşabilirsiniz.



 Fotoğrafta yer alan yapılar kent içinde bulunduğu fiziki konum, inşa tarihleri, bu gün var ve yok olanlar, işlevleri ve varsa işlev değişiklikleri, binalarda yaşayanlar ve anıları, yaşayanlar ile varsa anılarınız, sizin mekan ve binalara dair anılarınızı paylaşabilirsiniz.


 Fotoğrafta yer alan yapılar kent içinde bulunduğu fiziki konum, inşa tarihleri, bu gün var ve yok olanlar, işlevleri ve varsa işlev değişiklikleri, binalarda yaşayanlar ve anıları, yaşayanlar ile varsa anılarınız, sizin mekan ve binalara dair anılarınızı paylaşabilirsiniz.


6 Aralık 2017 haber

Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde Çanakkale Arkeoloji Müzesi ortaklığında Arkeoloji sohbetleri devam ediyor.

6 Aralık 2017 Çarşamba günü Kent Müzesi’nin konuğu “ Arkeoloji Sohbetleri; Assos” sohbet konusu ile ÇOMÜ Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nurettin Arslan oldu. İlk olarak sponsorlara ve çalışmalarında yardımcı olan öğrencilere teşekkür ederek sohbetine başlayan Nurettin Arslan, 2017 senesinde gerçekleştirdikleri kazı çalışmalarından bahsetti. 2017 senesinde genel olarak onarım üzerinden ilerlediklerini dile getirirken Assos kazı alanı çevre düzenlemesine de değindi. Çok kazı yapmanın genel olarak korunma imkanını kısıtladığını belirtirken makbul olanın az kazı yaparak korumayı da göz ardı etmemek olduğunu belirtti. Görsellerle desteklenen sunumda geçen sene paylaşılan çalışma alanlarında devam eden çalışmaların yanı sıra yeni buluntular da paylaşıldı. Nurettin Arslan’ın sunumunun ardından kazı ekibi ile birlikte çalışan ÇOMÜ Mimarlık ve Tasarım Fakültesi araştırma görevlisi Erdem Salcan Assos’un UNESCO’nun geçici dünya mirası listesine alınmasına dair bilgileri paylaştı. Salcan, Assos’un UNESCO listelerinde farklı tanımlar altında yapılan kabulde antik kent ile sınırlı kalmayarak çevresi ile birlikte kültürel peyzaj mekanı olarak da kabul edilebileceğini belirtirken bunun için yapacakları çalışmalara değindi. Sürecin iyi yönetilmesinin önemine de vurgu yaptı. Sunumların ardından Ocak ayının ilk Çarşambasında görüşülmek üzere Arkeoloji sohbeti sona erdi.


Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 13 Aralık 2017 Çarşamba saat 18.30’da Ahmet Kolkoparan kolaylaştırıcılığında “Eski Kent Fotoğrafları Okuma III” etkinliği gerçekleştirilecektir. 







1 Aralık 2017 Cuma

Çanakkale'de Derlenen Masallar IV



Ayvacık-İlçe Merkezi
8 Mayıs 2001
Erkek/Yaş 40/Ayvacık-Kösedere/Yüksekokul Mezunu/Evli/2 Çocuklu/Öğretmen


D- Annenizin anlattığı bi masal vardı: Deli Osman masalı. Bu masalın farklı anlatısını, annenizden mi dinlediniz, başka kişiden mi?
K- Valla onu tam olarak hatırlamıyorum da… Bilemiyorum kimden? Annemden biliyosam, çünkü o zaman, öyle bilmem lazım. Ben, farklı şekilde biliyorum. Demek ki bi yerden dinlemişim herhalde.
           
            Bir varmış, bir yokmuş (diye başlıyalım.) Bir Osman varmış. Bu Osman: Haylaz, çalışmayan, çalışmayı sevmeyen biri. Annesiyle beraber kalıyolar. Annesi, oğlunun o hareketinden hoşnut değil. Ona, zaman zaman kızıyor. Osman da işte: Ben diyo biraz annemden uzaklaşeyim, kaçeyim. Ve annesinin hazırladığı azıkla –mesela bal, bir tabak balla veya ekmek alıp yanına– bi yere çalışmaya diyerek gidiyo evden. (Aslında niyeti çalışmak değil; boş boş gezmek yani.)
            Bi dere kenarına geliyo. Bu dere kenarında –işte- acıkmıştır; yemeğeni yiyo. Tabağı o şekilde, bulaşık olarak bırakıyor ve yatıyor.
Yattıktan sonra, bi müddet uyuduktan sonra kalkıyor tabi; uyanıyor. Bakıyor ki: Tabağın içine sinekler üşüşmüş; fareler gelmiş. İşte bir tokat vuruyor; sinekleri öldürüyor. İşte bi yumruk atıyor; fareleri öldürüyor. Sonra sayıyor sinekleri; sinekleri sayıyor. Kırk tane sinek çıkıyo; fareler üç tane. O aklına bi şey geliyo: “Bi tokatta kırk can / Bi yumrukta üç aslan / Bana derler Deli Osman” diye, kendisi öyle bi lakap uyduruyo. Ve bunu gidip bir kılıççıda –o zamanda işte-  bi kılınççıya, uzun bi kılıç yaptırıyo. O da, üzerinde bu şekilde yazıyor. Ve ondan sonra kılıcı takıyor beline. Yine öyle geziyor.
Gene bi yerde yatmış uyuyor. O arada, onun da yattığı yer de, devlerin geçtiği bir yolmuş; çalışmaya giderken geçiyomuş. Devler bakıyolar ki: Oh! Bi insan var. İşte biz bu insanı alırız, yeriz falan gibisinden düşünüyolar. Fakat biri bakıyor ki, uzun bi şey var; parlıyor. Dikkatini çekiyor. Gidip bakıyor, okuyor. İşte: Bi tokatta kırk can / Bi yumrukta üç aslan / Bana derler Deli Osman. Diyor: Durun, durun! diyor öbürlerine. Bak diyor, bu adam –yani- çok güçlüymüş. Bi tokatta, kırk can alıyomuş. Biz de tam diyor kırk kişiyiz. Eğer bize bi tane vurursa, bizi öldürür. E biz devamlı –burası bizim yolumuz- burdan geçiyoruz. Ola ki bi geçişimizde, bu uyanık olabilir. E biz bunu uyandıralım ve başımıza başkan yapalım. Yani bizim başımız olsun veya bizi korur gibisinden.
Osman’ı – biri yaklaşıyor işte- : Hişt, hişt! diyor, uyandırıyor. Osman kalkıyo. Bi de karşısında, bir sürü insanı görünce –devi görünce-, korkuyor önce bi. Ne, ne, ne, ne oluyor? filan diyor. Korkma, korkma! diyor devler. İşte sen gel; bizim başkanımız ol. E nası olur bu? Ben nası başkan?.. Sen olursun işte. Devlerin başına, başkan ol. Tamam o halde diyor. Birinin sırtına biniyor. Devlerin sarayına doğru gidiyorlar.
Neyse devler bunu sarayına alıyor. Onu bi işte köşk yaptırıyolar, taht yaptırıyolar. Onu otutturuyolar oraya.
Ve devler, her gün sabah çalışmaya gidiyor, akşam çalışmaktan geliyolar. Ve o gün kazandıkları parayı, altını; ne olursa getirip... Osman’ın yanında iki tane çuval koyuyo büyük(harar dediğimiz) – çuvallara koyuyor; onun içine atıyolarmış.
İşte bir zaman geçiyor böyle. Artık çuvallar yavaş yavaş dolmaya başlamış ama Osman’ın da canı sıkılmış. Hep aynı iş! Otura, otura…
Demiş bi gün: Ben de sizle beraber gideyim. Bakayım siz ne yapıyosunuz?  Sizi göreyim. Devler demiş: Olmaz. Neeh! demiş Osman; kılıcını çekmiş. Osman kılıcı çekince, tabi devler korkmuş. Tamam, tamam, tamam; gelebilirsin.
Devin birinin sırtına binmiş. Gitmişler bir yere. Osman’a bir yer, gölgede bir yer seçmişler. Oraya oturmuş. İşte yemiş içmiş Osman; devler çalışmış tarlalarda.
Akşam olmuş. Artık geriye dönüş yapıcaklar. Devin biri gitmiş, uzun bir kavak ağacını kucaklamış; kökünden sökmüş. İşte dalları kırmış, kökünü düzeltmiş ve iki dev, kavak ağacını sırtına almış; biri bi ucunu, biri bi ucunu. Üstüne de Osman çıkmış. O şekilde, geriye dönüş yolculuğuna başlamışlar.
E gele gele –gelirlerken diyelim- Osman bi bakmış: Karşıda, yolun üzerinde bir armut ağacı var. Armut ağacında da, bi tane güzel bir armut: Böyle, sarı bi armut. Onun da canı çekmiş. Alıcak fakat oturduğu yerden armuda değmesi, alabilmesi imkansız. Ben buradan alamıycam onu demiş. Ağacın üstüne çıkayım. Ağacın üstüne dikileyim; öyle alayım. Tam ağacın altına yaklaşmış. Tam armudu alacağı zaman, ağaç dönüveriyor altında. Osman aşşağıya yuvarlanıyor. Düştükleri yer de bayağı uzun, uçurummuş böyle; u şekilde. Fakat alt taraf çayırlık. Osman düşünce, çayıra düşüyo. Çayır… O anda, altında bir tavşan şe yapıyomuştu yani, yayılıyomuştu. Tavşanın üzerine düşüyor. Tavşanın üzerine düşünce, Osman tavşanı yakalıyo tabi. Devler bi bakıyo… Hemen kulaklarını tutup tavşanın, devlere gösteriyo. Bak diyor, tavşan yakaladım. Devler: Oo! diyo, ne gadar yüksek yerden atladı; tavşanı yakaladı. Demek ki, bayağı iş var bunda diye düşünüyolar. Ve tabi korkuları, biraz daha fazla artıyo Osman’dan.
Osman’ı götürüyolar yine. Osman artık… Çuvallar dolmuş. Osman’ın da, canı da sıkılıyo; anasını da özlüyor. Bi yandan da ‘ani: Ben çok para kazandım. Bu paraları anama göstereyim. Bak işte anam beni beğenmezdi ama ona iki çuval altın götüreyim; beni beğensin gibisinden.
Devlere diyo: Artık diyo, ben diyo eve gidicem. Devler: Olmaz ya! diyolar filan. (Aslında devler gittiğini istiyolar da, ilk baştan, herhal razı olmamış gibi görünüyolar.) Neyse: Hadi tamam, hadi bindirin diyolar. Biri sırtına çuvalları yüklüyor. Birinin sırtına da kendisi biniyor. Anasının evine dönüyorlar.
Kapıyı çalıyo Osman. Altınları gösteriyo annesine: Anne bak diyo, ben bi sürü altın… Nerde buldun bunları? (Annesi inanmıyor.) Sen karıştırma onu diyor. Şimdi altınları içeri koyduruyor devlere. Siz diyo dışarda bekleyin; kapının dışında.
Osman annesine tembihliyo: Anne diyo, sen şimdi dışarı çık diyor, devlere söyle. İşte: Bu Osman çok delidir. İşte buraya gelen insanların, ayaklarının altını yarar. Oraya tuz basar de diyor. Onlar korkup kaçarlar. Tamam diyo annesi. Çıkıyo dışarıya. Devlere: Yav siz niye geldiniz buruyı? Bu adam delidir çok. İşte bu, buruya gelenlerin ayaklarına tuz basar. Yarar –bıçakla yarar-, içine tuz basar. Yani işkence yapar. Devler: Ne! diyo hemen korkup… Zaten amaçları gitmek ya; hemen gidiyolar, kaçıyolar.
Tabi bunlar kaçarken, ordan, bi tarlada çalışan biri görüyor bunları: Hop durun! Gelin buraya. (Çağırıyor onları:) N’oldu? (Zaten devler de yorulmuş goşa goşa. Biraz soluklanalım diyolar.) N’oldu, nerden geliyosunuz böyle? Yav sorma diyor dev. Şurda bi Osman var. İşte bize böyle böyle yaptı. Biz de ondan korktuk, kaçıyoruz. Ya diyo, ondan korkulur mu? O, gece tuvalete çıkmağa korkar. Kendisi korkaktır zaten diyo. Ondan korkulur mu? E n’olcak? E diyo, gelin ben sizi ona götüreyim. Bakın, ben onu nası korkutuyorum. Yok! Korkutamazsın, korkutursun… Devleri ikna ediyor. Nası ikna ediyor? Beline bi ip bağlıyor. İpin bi ucunu devin birine bağlıyor, bi ucunu da birine bağlıyor. O şekilde onları zorla, çeke çeke geliyor eve.
Osman, Osman! (Bağırıyor.) Çık dışarı korkak adam! Osman perdeyi aralayıp bakıyor: Arkadaşı! Hee, bu beni tanıyor. N’apıyım ben şimdi, n’apayım? Düşünüyor, düşünüyor… Hemen annesine: Anne! Bana çabuk, iki tane teneke getir. Tenekeleri getiriyor. (İçi boş teneke tabii.) Tenekeleri beline bağlıyor. İki de, eline sopa alıyor: Geliyoor! diye, o tenekelere tangır-tungur, tangır-tungur vuruyormuş. Şimdi dev de o tangırtıyı, tungurtuyu duyunca, hemen: Tutma beni! Kaçıyolar. Öbür adam –ipe bağlı adam-: Durun! şey filan dedise de, devler onu –korkuyo tabi- dinlemiyolar; basıp gidiyolar. Adam arkadan sürükleniyo. (Artık ne oluyosa; ölüyo mu artık? neyse.) Devler gidiyo. Ve Osman’a paralar kalıyo; iki çuval para. Ve hâlâ da o paralāla yaşıyomuş diyolar diyenler.

**


Çan İlçe Merkezi-Seramik Mahallesi
02 Ekim 2002
Kadın/Yaş 59/Çan-Büyükpaşa Köyü/İlkokul Mezunu/Dul/3 Çocuklu


D- Kaynak kişimize “Deli Osman” adıyla bildiğimiz masalı sorduk…
K- Osman diğil; Mehmet, Mehmet!

            Şimdi bir varmış, bir yokmuş. Zengin bir babanın, akılsız bir oğlu varmış. Adı da Mehmet’miş. Senelerden beri baka baka bubası buna, bundan bıkmış. Bak oğlum dimiş, şu gudā yaşa geldin. Ben, sağa hep hazır verip, hazır yimiycen dimiş. Git çalış, çabala; erkek ol dimiş. (Çociğin son nafakasını, torbasına goyuyo. Gidiceksin diyo babası ona. Ve aldiği gibi torbasını sırtına, yollara goyuluyo. Yollara goyuluyo.
            Üç-dört dene haramilēn şiysine varıyo bu. Diyolā kı: Seni hurup öldürücez. Senin adın ne? diyolā.  Benim adım Mehmet diyo. Hem de diyo Korkak Mehmet diyo. Amma diyo, sizi diyo böyle yapıy… Yerden bir avuç toprak alıyo. (Onlā, daş aldı biliyolā.) Sizi diyo –böyle yapıyo da üflüyo-, sizi, bu diyo daş gibi diyo üflerim diyo. Eyvaah  diyolā, yandık yandık diyolā bunlā. (Bunlān arkadaşları da, kırk haramilēmiş; kırk arkadaş.) Aman Mehmet yapma, itme! Seni de götürem. Sen de bizim aramızda ol diyolā. Mehmet, sate dünden razımıştı bi yere sokulmağa.
            Bunlā gidiyolā gidiyolā… Diyolā kı: Bu Mehmed’i ne yapcaz? E kırk gün olmuş. Mehmet hep hazır yiyomuş. İki ay olmuş, üç ay olmuş: Mehmet, hep hazır. Dimişlē ki: Bu Mehmet’ten kurtulmanın çaresini nerden buluruz? Acaba ne yapsak Mehmet’ten kurtuluruz?
            Mehmet dimişlē, bu gün dimişlē oduna gitcez. Giderim emma dimiş, herkes kırk dal dimiş. Ben, seksen tene getiririm dimiş. Eyvaah demişlē, bu bizden üstün. Aman aman! Gal Mehmet evde dimişlē.
            Aradan üç-beş gün geçiyo gene: Mehmet! Filanca işi yapcaz. Aman ben diyo, onun iki katını daha yaparım diyo Mehmet. Aman sen otu.
            Mehmet burada, bayağ bi duruyo. Ve arkadaşları da oturuyolā, gonuşuyolā: Acaba diyolā, bu Mehmet’ten kurtulmanın bir çaresini nası buluruz?
            Mehmed’in de bi kedisi vāmış; gorkān. (Anlaşmışlā o kırk arkadaşlān; kırk arkadaşının arasında.) Kedi buna, hepsini, birden bine gadā anladıyomuş: Mehmet! Sana şöyle yapıcaklā; Mehmet, seni böyle yapıcaklā. Kedi, buna haber idermiş.
            Bir gün dimişlē ki: Akşam, gazanları gaynadam. Uyurka, biz bunun üstüne, gaynar gazanı dökelim. Bundan kurtulmanın çaresi bu diyolā.
Kedi gene gidiyo, mırıldanıyo: Mehmet diyo, gazanı gaynadıp, üstüñe döküceklē; öldürüceklē seni.
Hemen Mehmet n’aapıyo: Yastiyi, yorganın altına. Kendisi tavana çıkıyo. Sabā gelip, ıslak yatağın altına giriyo.
Üle Mehmet! Arkadaş, galk! Yemek yiycez, gahvaltı yapcaz. Bi de bakıyolā; ne görsünlē ki: Mehmet sapasağlam bi insan. Çıkıp geliyo yorganın altından.
Gene kırk arkadaş düşünüyolā: Eyvah diyolā, nası kurtulalım bundan? Ne’apcaz, ne itcez? Bi akşam dimişlē ki: Biz bunu, gece uyurkana, alana ateş yakıp, biz bu Mehmed’i yakalım. Çuvalın içine bağlıyam, yakam dimişlē. Kedi gene aynısını, gidiyo Mehmed’e anladıyo.
Bizim Mehmet, üç-dört tane yastiyi çuvala bağlıyo. Yatağan içine goyuyo. Bunlā unu, kendi giedi de yatıyo sanıp: Alıyolā, sırtlıyo götürüyolā. Yakıyolā goca bi ateş. Yaktık Mehmed’i, kurtulduk diyolar.
Ne görsünlē sabā gene: Mehmet, yataktan sapasağlam çıkıyo. Eyvah dimişlē. Ne’apıcaz, ne edicez? Bu Mehmet’te çok çilemiz vā diyolā. Mehmet diyo ki: Beni diyo memleketimize götürseniz diyo, –bir çuval altın verip de, beni memlekete götürürseniz- anca siz, benden böylelikle kurtulursunuz. (Unlā zate eşkiyaymış kırk arkadaş.) Aman Mehmet, senin istediğin bir çuval altın olsun diyolā.
Kırk tane arkadaş, bunu bindiriyolā. Altınları da sarıyolā. Memleketine getiriyolā. Getiriyulā ama: Benim diyo babama, anneme sakın görükmeyin diyo Mehmet. (Mehmet deli diğil de, akıllı deli.) Tamam. Aman gözükmeyiz diyolā bunlā. Siz diyo, şu kırk tane katırdakı altınları, filan yere indirin diyo. Olur Mehmet diyolā bunlā. (Köye yakın bi yere indittiriyo bunlara.)
Babası bi de bakıyo: Mehmet, üç-beş sene sonra çıkıp geliyo. Üle diyo, gene mi geldin eli boş? diyo. Köpek diyo. Senden bıktım, yıldım diyo. Hani diyo kaç senedir, ne getdin şu eve? diyo. Hani bakam gazandiyin nerde senin? diyo. Çık git! Bağırıyo, küfür idiyo babası. Hiç üstüne almıyo Mehmet.
Aradan üç-beş gün geçiyo. Baba! diyo. Ne vā Mehmet? diyo. Senlen diyo, şööyle bi diyo, gezinsek ya diyo. Gezemem diyo. Boş boşa niye gezicez? diyo. Dakıldık diyo delinin arkasına diyo bubası. Senin yapcağın iş de, orda dursun diyo. (Babasına güvenmiyo.)
Anneciğim diyo. Senle, bi yere gadā gidecez diyo. Gidem çocuğum diyo annesi. (Ne gadā olsa, yufka anne yüreğe.) Gidiyo; onun arkasına dakılıyo.
Anneciğim diyo. Bak diyo, bu diyo görmüş oldiğin –götürüyo altınlān yanına- bunlān hepsini, çalıştım diyo, çabaladım, gazandım diyo. Babam beni anlamadı diyo. Bana diyo hep diyo: Deli oturttu, deli galdırdı diyo. Ben deli diğilim anne diyo. Deli insan, bunları gazanabilir mi? diyo. (Kaynak kişi gülümsüyor. Ö.G.) Ve sevinçli, mutlu eve dönüyolā.
Aman gör: O baba, onu artık göklerde tutuyo, göklēde tutuyo. Muratlarına eriyolā. Mehmet te akıllanmış. Annesi mutlu olmuş, babası da mutlu olmuş. Mehmet te mutlu olmuş.
(Bu da, burda sona ermiş çocuğum.)



Gelibolu-Koruköy
26 Şubat 2003
Erkek/Yaş 64/Koruköy/İlkokul/Evli/3 çocuklu/Çiftçilik

            Şimdi köyün birinde, bi vatandaş yaşıyor. Bu da biraz esmer olduğu için, kendisine Kara Mustafa diyolar bunun. Kara Mustafa çok çalışkan, çok iyi bir insan ama çok korkak bi adam. Yalnız başına kıra, bayıra, tarlaya marlaya gidemezmiş. Hatta gece –ezandan sonra, akşam ezanından sonra- kahveye bile gidemezmiş.
            Bir gün komşularına, bi misafir gēmiş; yaşlı bi kadın. Karısı buraya misafirliğe gidiyo. Kocasını da kahveye bırakıyo. Kadın da: Çok güngörmüş, çok gezmiş, çok bilgili bi kadın. Ya demiş, bi de ben soruyim bakalım. (Biraz abez bi soru ama sormuj.) Demiş: Ya mesele böyle böyle demij. Bizim adam çok iyi ama çok korkuyo. Geceleri dışarı çıkamıyo. O da düşünüyo, düşünüyo: Allah, Allah! diyo. Bi şey bilemiyorum ama diyo, gene de şöyle bi şey yap diyo. Geceleyin sen bunu tuvalete çıkart diyo. Dışarıya çıksın diyo; kıra, sahraya. Sırtına da, uzun bi sırık bağla diyo. Ondan sona, bırak onu orda; kaç diyo.
            Aynen yapıyo bunu, karısı. Gidiyo bahçenin bi köşesine; tuvalete gidiyo. Oraya oturuyo. Ondan sona kadın kaçıyo. Kaç Mustafa, geliyolar! diyo. Bizim Mustafa, pantullar elinde koşuyo geliyo ama kapıdan geçemiyo. (Arkasında sırık var.) Başlıyo karısına: Hanım yetiş, yetiş falan. Çıkk! Geliyolar arkamdan, yakalıyolar falan. E bi bakmış arkasına: Hiç! Ne gelen var, ne yakalayan var. İşte o anda, kendisine öyle bi nida geliyo ki, öyle bi şey iniyo ki Allah tarafından: Fevkalade böyle, cesur, gözüpek bi adam oluyo.
            Hemen –onun deyimine göre- karısına diyo ki: Karıcığım diyo, tamam diyo. Bu zamana kadar yazık etmişiz kendimize. Artık diyo, çok kendimi güçlü ve çok cesaretli hissediyorum. Sen diyo, şimdi benim şu bıçağamlan kuşağımı getir de, ben diyo gidecem. Ya adam! Yarın gi… Hayır; ben şimdi gitcem. Tamam. Getiriyo. Kuşağını doluyo; bıçağını arasına. (Kuş uçumu.) Hic dere, tepe; yol aramıyo. Gidiyo şehire.
            Sabaleyin varıyo, bi bıçakçı dükkânı buluyo. Bıçakçı dükkânına diyo: Arkadaj diyo, ben şu bıçağama diyo, bi yazı yazdırmak istiyom. Yazar mısın? Yazarım. Ne yazıcaz? “Çelmede atmış, çelmede yetmiş / Çok canlar telef etmiş / Yeniköylü Kahraman Kara Mustafa” yazıcaksın. Tamam, iki saat sonra gel.
            İki saat sonra gelir; yazılmış. Kaç para? Şu gadar. Al! Vermiş parayı. Hemen bıçağını, kuşağının arasına. Çıkıyo.
            Az gidiyo, uz gidiyo. Üç gün-beş gün yol gidiyo. (Bant değişikliği nedeniyle derlemeye kısa bir süre ara veriliyor. Ö.G.)
Kahramanımız üç gün, beş gün yol gidiyo. Öyle bi yerlere varıyor ki: Kuş uçmaz kervan geçmez yerlere. Yani daha doğrusu devler ülkesine varıyo, devler diyarına. Oralardaki vahşi hayvanların, inlerin cinlerin bulunduğu yere varıyor.
            Bi bakıyo ki, bi yerde, bi acaip şato gibi binalar falan. Meğersem devler yaşıyomuş burda. Bi de bakmış: Kazan kaynıyo. Kazanda et kokusunu duyunca –karnı da aç-, gidiyo karıştırıyo falan. O anda, topal bi dev bekçi kalmış orda. O görüyo bunu. Vay diyo, burda sen diyo ne arıyosun? Sen kimsin? Burularda diyo in gezmez, cin gezmez diyo. Ademoğlu hiç gezmez diyo. Sen diyo, benim kim olduğumu biliyo musun? diyo. Çekerim bıçağa, şimdi seni diyo doğrarım burda diyo. Dev korkmuş. Çabuk! Benim karnımı doyur. Karnını doyuruyolar.
            İşte havadan sudan bahsediyo. Muhabbet ediyolar falan. İkisi, biribirini çok sevmiş. Ondan sona, dev başlamış düşünmeye, üzülmeye falan. Demiş: Ne üzülüyosun? Ya benim demiş: Babam, ağbim, dayım, amcamlarım var. Bunlar gelirse şimdi, siz düello yapıcaksınız. Onlar, sana saldırıcak. Ona üzülüyorum. Valla demiş, ben dinlemem demiş. Çektim mi bıçağa, hepsini demiş keserim. Demiş: Şöyle bi şey yapalım. Sen demiş şuraya saklan. Onlar, böyle gelicekler. O gelmeleri böyle yaklaştı mı böyle otuz-kırk metre, hemen koş kendilerine: Agalarım, babalarım, dayılarım diye sarıl. Sarıldın mı, bi daa iş biter demiş. (Yani: Koku karışıyomuş.) Peki demiş ya.
            Ondan so, karşıdan –hakkaten- koca bi sürü devler –irili ufaklı böyle- kokusunu duymuşlar. Adem eti kokuyo, adem eti kokuyo… (Yani: İnsan eti kokuyo demek istiyolarmış.) Geliyo, aynen o topal devin yaptığı gibi –kısa bi mesafe kalınca- hemen bi fırlıyo: Oyy agalarım, dayılarım, amcalarım, dedelerim… Ben sizi arıyodum. Neyse, sarılaşıyolar falan. Anlaşıyolar. Tamaam, iyi. Günler böyle devam ediyor.
            Bi gün demişler ki: Ya! Etimiz kalmadı. Biz, et avına gidelim, ava gidelim. Sen de –şimdi topal dev, bi de ufak dev var- onları al. Ormandan odun getir. Giderler.
            Devler, ne kadar topal, ufak ta olsa: Kocaman ağacı bi tutuyo kökünden; çıkartıp omuzuna alıyo. Çıkk! Bizim Mustafa Aga, bu işi yapacak gibi diği ki. (En son o da kafasını çalıştırıyo:) Durun diyo. Hemen diyo… Bi ip çıkartıyo belinden; uzun bi ip. Tut diyo topal deve. O ağacın arkasından, onun önünden; kırk-elli tane ağacı sarıyo. Siz diyo bunları kaldırın benim sırtıma. Ben götürücem diyo. Amman dur, dur! diyolar ya. Bu, ormanı bitirecek. Hem onu, biz sana diyo taşıtmayız diyo. Sen diyo, böyle gel. Peki diyo o da. Gidiyolar.
            Ondan sonra diger devler geliyor; dayıları, amcaları. Onlara, topal dev anlatıyo: Amman diyo bu adamı diyo, sakın diyo ormana göndermeyin diyo. İki-üç kere gitti mi, orman biter. Bi daa mahfoluruz diyo. İyi, göndermeyiz.
            Şimdi bu bi ara tuvalete çıkıyo. Bıçağını da bırakmış. Bi bakıyolā bıçağna: “Çelmede atmış, çelmede yetmiş / Çok canlar telef etmiş / Yeniköylü kahraman Kara Mustafa.” Eyvaah! demişler. Biz, koynumuzda yılan besliyoz. Ne’apalım, ne edelim? O anda da gelmiş Kara Mustafa, dinliyomuş bunları. Bi tanesi demiş ki: Bu gece demiş, onun demiş yattığı yatağan üzerine, bi kazan su kaynatalım dökelim; haşlayalım, ölsün. Tamam. O da duymuş.
            Hemen yattığı odaya gidiyo. Hemen yorganın altına, bi tane kütük koyuyo. Kendi tavana çıkıyo. Gece on iki-bir; geliyo bunlā. Bi kazan suyu, bi deviriyolar üzerine. Çekip gidiyolar.
            Sabaleyin, küçük devi göndermişlē: Git çağar bakalım. Gidiyo küçük dev: Mustafa Aga, Mustafa Aga! Oo? Kalk; yemeğe. (Eyvah diyolā, bu ölmemiş ya!) Gel bakalım. Hayrola, ne gördün, ne geçirdin bu gece? Rüya gördün mü? Ya sormayın diyo. Bu gece, öyle rahat uyudum ki diyo; sıcacık oldu diyo, terledim diyo. Eyvah diyolar, bi kazan su, bunu terletmiş. Bu duruma geliyo.
            Yine bunlar, konuşuyolar kendi aralarında. Duymuş. Demişler ki: Bu gece on iki, birden sonra, kırk tane şiş kızdıralım. Şişliyelim bunu. Bu da duyar. Çıkar gider evine, yatmağa. Yorganın altına kütüğü koyar. Kendi çıkar tavana.
            Bunlar, gece gelir. Kırk tane kızgın şişi, tak tak saplālar kütüğe. Kaçıp giderler.
            Sabayle, yine küçük devi gönderirler: Acaba ne olcak? Küçük dev gider: Mustafa Aga, Mustafa Aga! Kalk bakalım. Kalkayım yav. (Allah, Allah! Gene ölmemiş.) Hayrola yav? Ne yaptın, ne geçirdin, nası oldu, gecen nası geçti? Ya sormayın diyor ya, bi kaç tane sivrisinek geldi diyo. Beni ısırdılar diyo. Üşendim diyo. Yoksa kalksam diyo, hepsini diyo paramparçalıycaktım diyo.
            Hii! Diyolā bunlar: Ne yapmış bu yav? Buna, kırk tane şiş sapladık; sivrisinek yerine geçti. Demişler: En iyisi –olmuycak bu iş- kendisine biz bunun, bi torba altın verelim de, gönderelim memleketine.
            Hemen bi torba altın verirler. Ya bana bak! Senin çoluğun çocuğun var. Sen git. Yanına da, al bunları da; sermaye yap. –İşte- harcarsınız falan filan diyo. E zaten bizimMustafa’nın da isteği bu. Bi torba altını alır ve gider.

            Ve şimdi köyünde, çok rahat bi hayat sürer. Zenginlemiş çünkü.

Ömer Gözükızıl notu: (Her seferinde etkinlik sonunda vermekte olduğum, anlatı ile ilgili bilgileri bu sefer, belki katılımcılara daha yararlı olacağı düşüncesi ile anlatı tartışmasından önce vermeyi uygun buldum. İlgilerinize...)
1- Anlatı: Ayvacık’ta (6 kez), Ezine’de (4 kez), Lapseki’de (3 kez), Eceabat, Gelibolu, Merkez İlçe ve Biga’da (2’şer kez), Çan’da (1 kez) olmak üzere, toplamda 22 kez derlenmiştir.
2- Bu 22 anlatıcının 18’i erkek, 4’ü ise kadındır.
3- Anlatıcıların yaş ortalamaları 65’tir.
            40-49 yaş: 1 kişi
            50-59 yaş: 5 kişi
            60-69 yaş: 9 kişi
            70-79 yaş: 6 kişi
            80-89 yaş: 1 kişi
4- 22 anlatının 6 tanesinde anlatıcılar, anlatının tamamını hatırlamakta zorluk çektikleri için, sunumlarını eksik bırakmışlardır.

            


Kentler Anlatılınca Güzeldir sloganı ile çıktığımız bu yolculukta kentimizi anlatmaya ve paylaşmaya devam ediyoruz. Eylül ayından itibare...