23 Şubat 2018 Cuma

14 Şubat 2018 Eski Kent Fotoğrafları Okuma toplantı çözümlemeleri

14 Şubat 2018 Eski Kent Fotoğrafları Okuma çözümlemesi



Şahabettin Kalfa: Bu fotoğrafta gördüğümüz köprü 1890’lı yıllarda yapılmış. Bu köprünün adı Ezine Köprüsüdür. Üzerinde iki tane gidiş yeri vardır. Kalaslar yanlama döşenmiş, ondan sonra da uzunlamasına tekerleklerin geçileceği yer yapılmıştır.

Ahmet Kolkoparan: Fotoğraf 1900’lü yılların başından kalma olabilir.

Şahabettin Kalfa: Sarıçay’ın yatağı geniştir. At arabaları geçer. Yazın paçalarınızı sıvayarak, ayakkabılarınızı elinize alarak karşıya geçersiniz.


Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğrafı kaynaklar 1935 tarihli olarak vermiş. Yeni yapılan İnönü Köprüsü’nün sağında kalıyor diye düşünüyorum. Çimenlik Kalesi de kadraja girmemiş. Burada gözüken minare Fatih Camisidir.

Cevat İnce: Çimenlik Kalesi’nin uzantıları fotoğrafta gözüküyor.

Şahabettin Kalfa: Fotoğrafı sola kaydırın ve ben size söyleyeyim. Sağ taraftaki kapının olduğu yerin orası babaannem Saadet Kalfa’nın evinin bahçe girişidir. Oradaki görülen ağaç nar ağacıdır. Onun hemen yan tarafındaki alandan İnönü Köprüsü’nün geçişi var. Fotoğraf köprünün olduğu yerden çekilmiş.

N. Ali Hacıalioğlu: Çayın doldurulmadan önceki hali.

Şahabettin Kalfa: Benim 3 ya de 4 yaşındayken burada çekilmiş bir fotoğrafım var. Fotoğrafın arkasında gözüken evlerde onlar. Onun az ilerisinde Faytoncu Mehmet oturuyordu. Bu kısmın ön tarafında bir sokak vardır o Nalbantlar sokaktır. Fotoğrafta görünen binalarda kimlerin oturduğunu bilmiyorum.

Ahmet Kolkoparan: O dönemlerde burada palamut depoları var mıydı?

Şahabettin Kalfa: Yolun bu tarafında yoktu diğer tarafında vardı.

Cevat İnce: Şimdi de Kilitbahir Kalesi’nin olduğu tarafa bakalım. Orada Çimenlik’in arkasındaki binaları görüyoruz. Şu anda onun önü biraz daha dolmuş durumda. Orası Sarıçay’ın tam ağız kısmıdır.


Şahabettin Kalfa: Köprünün dibindeki set boyu yolunun üzerinden çekilmiş bir fotoğraf. Fotoğrafın sol tarafında değirmen vardı, Ermeni birisine aitti. Bu yol dümdüz bir şekilde şimdiki gibi Askerlik Şubesine gitmiyordu. Bu yol doğrudan Kurşunlu Cami’ne sapan yola giriyordu. Atatürk Caddesi sonradan açıldı.

Ahmet Kolkoparan: Kilise sokağı olarak geçen kısım neresi oluyor?

Şahabettin Kalfa: Asaf Paşa Caddesi oluyor. Yahudi Mahallesi’nin üst tarafında Askerlik şubesinin önünden İstiklal İlkokulu’nun önüne devam eden oradan çıkmaz sokağa giren, Hasan Mevsuf sokak dediğimiz Cumhuriyet Okulu’nun olduğu alana giren alan Rum Mahallesi olarak geçen alan. Orası çıkmaz sokaktı. Atatürk Caddesi açıldıktan sonra açık hale geldi.

Ahmet Kolkoparan: Çınarlık genişlik olarak ne kadardı? Şimdiki Set Boyu caddesini kaplıyor muydu? Orada bir yol var mıydı o zamanlarda?

Şahabettin Kalfa: Oradaki bugünkü Namık Kemal Mahallesi’nin adı Çınarlık Mahallesi’dir. Kurşunlu Cami’nin adı Arap İbrahim Paşa Cami’dir. Arap İbrahim Paşa yapılmadan evvelki cami Çınarlık Cami’dir. Ahşap bir camidir, bir yangında Çınarlık Cami yanar onun yerine Biga Mutasarrıfı olan İbrahim Paşa, halk arasında Arap İbrahim Paşa diye adlandırılır, oraya bir cami yaptırır. Mahallenin adı Çınarlık Mahallesi’dir. Çınarlık ekildiği için, Çınarlık Cami, Çınarlık Mahallesi burası da mesire alanı Çınarlık olarak geçer. Bunun hemen karşı tarafında, duvarın dış kısmındaki yerler mezarlıktı. Müslüman, Ermeni, Rum, İngiliz mezarlığı olarak uca kadar gidiyor. Temeller kazılırken bakılsaydı daha net bilgi çıkartılabilirdi.


Ahmet Kolkoparan:  Blogda paylaştığımız 3 fotoğrafın dışına çıktık, yardımcı fotoğraflardan bahsedelim. Burası Troya Köprüsü’ne doğru bir alan olabilir mi? İngiliz mezarlığını dönerken kot farkı başlıyor acaba bu fotoğraf oradan olabilir mi?

Şahabettin Kalfa: Sonraki süreçte doldu oradalar, çay paçalarınızı sıvayıp geçebileceğiniz kadar geniş bir alandı. Su ayak bileğinize gelmezdi.

N. Ali Hacıalioğlu: Dolmuş olsa dahi yine de kot farkı vardı, oraya benziyor.


Ahmet Kolkoparan: Bu kafa karıştırıcı bir fotoğraf. Silüet her ne kadar Kilitbahir ve sırtlarını gösterse de 1935 diye bahsettiğim fotoğrafın en sağ kısmına çok benzese de yine de konuşalım istedim. İşgal dönemi, şapkalar Fransız askeri gibi duruyor.

Şahabettin Kalfa: burası olsa olsa Kara Menderes’in döküldüğü yer olabilir. Bu kadar geniş bir su kütlesi ile karşılaşmamız mümkün değil.

Cevat İnce: Bu fotoğraf bence de Sarıçay değil.

N.Ali Hacıalioğlu: Köprüde benzerlik var.

Şahabettin Kalfa: Biga’da Ezine’de aynı şekilde yapılmış köprüler var.

Cevat İnce: Biga’da Fransız askeri yok. Kumkale tarafı olabilir.

N. Ali Hacıalioğlu: Kumkale’de böyle bir köprü var mı?

Şahabettin Kalfa: Karamenderes’in suyu ile Sarıçay’ın suyu aynı değil.

N. Ali Hacıalioğlu: Bizim buradaki köprüye çok benziyor sanki Avcılar kulübünün oralardan çekilmiş bir fotoğraf gibi.

Cevat İnce: Bir önceki fotoğrafa yeniden gelebilir misiniz?

Cevat İnce: 20 küsür göz açıklığı var. Şimdi diğer fotoğrafa bakalım

Cevat İnce: Ortasına kadar geldiğimizde 20 tane sayıyoruz, daha uzun. Bir tarlanın kenarı gibi duruyor.

Şahabettin Kalfa: Bu tarafta tarlaların olması lazım. Bir dolgu toprak var gibi duruyor.

Cevat İnce: Üzerinden araç geçmiş yol gibi duruyor.

Ahmet Kolkoparan: İki fotoğrafı yan yana koyarsak.
 



Ahmet Kolkoparan: Ağaç yapısını benzettim. Biz sol taraftaki fotoğrafta çayın ağzını görüyoruz, sağ taraftakinde ise Avcılar Kulübünün oradan bakıyor diyebiliriz.

N. Ali Hacıalioğlu: Çanakkale’de böyle bir köprü var mı?

Şahabettin Kalfa: Ezine Köprüsü ile Biga Köprüsü benzer köprülerdir.

Cevat İnce: Biga olamaz çünkü Fransız işgali yok. 


Şahabettin Kalfa: Karşı tarafta bir bina var o bahçe içindeki evdir.

N. Ali Hacıalioğlu: Diğer fotoğraf sanki karşı sol taraftan çekilmiş gibi.

Cevat İnce: Bu açıdan bakınca köprünün uzunluğu diğerinin uzunluğuna denk geldi.

Ahmet Kolkoparan: Benim dikkatimi kenardaki yağ lambaları çekti. Bu fotoğraf 1903 tarihinde postalanmış bir kartpostalın üstünden alınmış.

Şahabettin Kalfa: Köprünün yapılışı Asaf Paşa zamanıdır. Asaf Paşa’nın burada olduğu tarihlere bakmak lazım. Kırmızı köprünün yapılışındaki Ahmet Fehim Bey’in oyunu buraya geldiğinde o oyunu yetkililer oynatmak istemiyor. Köprünün yapılması ile ilgili kendi durumlarını ifşa edeceği için karşı çıkıyorlar çünkü 2000 liraya yakın para isteniyor. Asaf Paşa askerlerle beraber yapıyor bu köprüyü 1200 lira civarında bir masraf çıkıyor.

Ahmet Kolkoparan: O zamana kadar nasıl geçiliyor?

Şahabettin Kalfa: Çaydan geçiliyor. Sığ olduğu için rahatlıkla geçilmiş. 1962-1964 senelerinde her tarafı su bastığında köprüden geçilemedi. İnsanlar indirip bindirilerek geçtiler.


Cevat İnce:  Açı değişince ciddi fark gözüküyor. Solda yine kapı gözüküyor.

Ahmet Kolkoparan: Köprü yeniden yapılmış olup da aralıklar değişmiş olamaz mı?

Şahabettin Kalfa: Değil.


Şahabettin Kalfa: Bu kıyıdaki alan. Kıyıda Kesikbaş Dede’ye kadar giden kısımda arkada yol var. Sarıçay’ın bu kıyısında kot vardır, diğer kıyısında yoktur. Nereden baksanız bir buçuk, iki metrelik yol dolgusu var orada.

Cevat İnce: En ilerideki adamların durduğu yer var ya orada kot olduğunu görebiliyoruz.

Ahmet Kolkoparan: Oralarda ev olduğunu varsayarsak.

Şahabettin Kalfa: O taraflarda ev yok sadece orada Nakşibendi Tarikatı’nın bir dergahı var. Bugünkü Anafartalar Cami’nin yakınındaki bir alan orası. Reşat Nuri Güntekin hatıralarında o dergahı anlatıyor.

Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğraf 1910’lu yıllara ait bir fotoğraf.

N. Ali Hacıalioğlu: Sanki insanların durduğu yer az önce kot farkından bahsettiğimiz fotoğraftaki aynı yerden çekilmiş gibi duruyor. Sanki aynı zaman diliminde çekilmiş.

Ahmet Kolkoparan: Bunlara çok rastlıyoruz hatta ters açıdan çekilmiş 3 ayrı fotoğraf biliyorum. Çay kenarında kurban kesildiğine dair bir bilgi hatırlıyorum.

Şahabettin Kalfa: O dönemde, benim çocukluğumda herkesin kazı, ördeği vardır. Sabahları dereye iner akşamları da herkes kazını çağırırdı.


Şahabettin Kalfa: Deminki yükseklik dediğiniz yer bu kadar. Şimdi tam Avcılar kulübünün arkasındayız. Mesire yeri ve tarlalar vardır. Bugünkü havaalanının olduğu yere kadar uzanır. Burada sadece Nakşibendi Tarikatının olduğu alandır. Troya Köprüsü ile Atatürk Köprüsünün arasındaki alana tekabül eder.

Ahmet Kolkoparan: Selvilerin olduğu yer İngiliz Mezarlığı mı?

Şahabettin Kalfa: Büyük ihtimalle orasıdır.



Ahmet Kolkoparan: İşgal döneminde çekilmiş bir fotoğraf.

Şahabettin Kalfa: At arabalarını kum alırken görüyoruz. Bir elek koyarlar, eleğin içinden arabaya atarlardı.



Ahmet Kolkoparan: Bu ikinci bir fotoğraf. Az önce bahsetmiştim iki tane fotoğraf aslında aynı gün çekilmiş.

Şahabettin Kalfa: Sarıçayın kenarından içeri giren arabalar, takip ederek Ezine Caddesi’nin oraya, kıyıya çıkarlardı.

Ahmet Kolkoparan: Arkada gözüken bina çok görkemli bir bina.

Cevat İnce: O büyüklükte kimin evi olabilir?

N Ali Hacıalioğlu: Daha önce bahsedilen han o bina olabilir mi?

Şahabettin Kalfa: Bu fotoğraf bugünkü köprünün üstünden çekilme bir fotoğraf. Müstantik Han tuğla yapılı bir binaydı burada görülen taş yapılı bir bina.

Cevat İnce: Binanın yapısı itibariyle ya han ya okul ya da devlet kurumu olması gerekir.

Ahmet Kolkoparan: Bahsettiğimiz Çimenlik ile Hamidiye’nin arasındaki köprü burada seçiliyor.


Şahabettin Kalfa: Küçük köprünün olduğu yere yakın bir bina orası, eski itfaiyenin oralar diyebiliriz.



Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğrafta az önce gördüğümüz binanın hemen yanından çekilmiş.

Cevat İnce: Develerde önünde olduğuna göre han olma ihtimali yüksek. Taş bina, önünde sundurması var.

Ahmet Kolkoparan: Bu köprü de Hamidiye Çimenlik arasındaki köprü.

Şahabettin Kalfa: Çınarlığın hemen dibi su kenarında piknik yapılıyor. Genelde çay kenarında Hıdırellez kutlamaları yapılırdı.


Ahmet Kolkoparan: Dardanelles demiş, Çınarlık diye özellikle belirtmiş, tarih olarak da kartpostal tarihi 1904 yazıyor. En üstteki yuvarlak da sonradan vurulmuş bir damga. Çay kenarında böyle bir yapı hatırlıyor musunuz?

Şahabettin Kalfa: Su deposunun yapılışı 1900, su deposu olabilir.

Ahmet Kolkoparan: Bugünkü Troya Köprüsü’nün olduğu yerden de çekilme ihtimali var, karşıda görülen siluet Kilitbahir namazgahın üstleri gibi de duruyor.

Şahabettin Kalfa: Oradaki bina iki katlı olarak gözüküyor. Su deposu tek katlıydı. Bu gözüken bina su deposu değil.

Cevat İnce: Orası özel mülk olabilir.











22 Şubat 2018 Perşembe

21 Şubat 2018 haber


Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde Kent Üzerine Tartışmalar serisinin altıncısı gerçekleştirildi.

ÇOMÜ Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ortaklığında gerçekleştirilen kent üzerine tartışmalar etkinliklerinde 21 Şubat 2018 tarihinde Özkan Tekin ile “Gelibolu Yarımadası Tarih Alan Planları” konuşuldu. ÇATAB alan planlama ve proje grup başkanı şehir planlamacısı Özkan Tekin hazırladığı sunumu ile Gelibolu Yarımadası’nın tarihi alan olma süreçlerini paylaştı. 1973 tarihinde milli park haline gelen Gelibolu Yarımadası’nın 1980 yılındaki çok yönlü sit kararı ile sit alanı haline getirildiğini dile getirdi. Prof. Dr. Raci Bademli tarafından hazırlanan Uzun Devreli Gelişme Planı’nın 2003 yılında onaylandığını belirtti. Tarihi Alanın, 1997 yılında
Birleşmiş Milletler Dünya Koruma Birliği Örgütü (IUCN) tarafından “Korunan Alanlar” listesine alındığını da sözlerine eklerken kısa bir süre önce askıdan inen tarihi alan planlarının 6546 sayılı kanunun 28 Haziran 2014 tarihinde yürürlüğe girmesi üzerine oluşan yeni statüye bağlı olarak hazırlandığını ifade etti. Günümüzde ulaşım, otopark gibi sıkıntıların yeni planlarla gidermeyi hedeflediklerini, ileriki yıllarda tarihi alanı ziyaret edenlerin sayısının daha da artacağını öngördüklerini söyledi. Özkan Tekin kent merkezi ile Gelibolu Yarımadası Tarihi Alanı arasındaki ilişkiye de değindiği sunumunu konukların sorularına verilen cevaplar ve ileriki aylarda yeniden bir kent sohbetinde görüşme umuduyla sona erdirdi.

Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 28 Şubat 2018 Çarşamba saat 18.30’da derleyen ve kolaylaştırıcı Ömer Gözükızıl ile “Çanakkale’de Derlenen Masallar VI” kent sohbeti gerçekleştirilecektir.









20 Şubat 2018 Salı

X. Çanakkale Müzeler Buluşması



X. Çanakkale Müzeler Buluşması Program

Yer: Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi Toplantı Salonu 

10 Mart 2018 Cumartesi

09.30-10.00Açılış Konuşması

10:00 - 11:00 Bülent Özden

“Müzelerde Teknoloji Kullanımına Genel Bir Bakış”

11:00 - 11:15  Kahve Arası

11:15- 12:00 Soner Yıldırım
“Teknoloji ve Eğitim”

12:00 - 12:45 Kadriye Tezcan Akmehmet
“Müzelerde Teknoloji ve Eğitim: Temel Kavramlar, Teoriler ve Uygulamalar”

12:45 - 14:00 Yemek Arası

14:00 - 14:30 Nevzat Özel
“Dijital Çağda Müzeler: Dijitalleştirme, Tanımlama ve Erişim”

14:30 - 15:00 Yeşim Kartaler
“Güncel müze teknolojileri ve uygulama örnekleri”

15:00 - 15:30  Hande Usbaş

“Çocuk eğitimi ve teknoloji”

15:30 - 15:45 Kahve Arası

15:45 - 16:15 Gizem Gültekin Vârkonyi
“Avrupa Müzelerinde Teknoloji Kullanımı: Macaristan ve Polonya Örneği”

16:15 - 16:45 Yusuf Kartal

“GYTAB Deneyimleri”

16:45 - 17:15 Dilek Yıldız Karakaş
“Bursa  Müzeleri  Deneyimi”

17:15 - 18:45 Çağlar Turhanlı - Macide Aksu
“Müzeleri Geziyoruz Programı  ve Çanakkale Müzeleri Deneyimi”


11 Mart 2018 Pazar

10:00 - 14:00 Moderatör  FersunPaykoç
Atölye Çalışması -Türkiye Müzeleri Teknolojiyi Nasıl Kullanmalı?











15 Şubat 2018 Perşembe

14 Şubat 2018 haber



Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde Eski Kent Fotoğrafları Okuma etkinlik serisi devam ediyor.

14 Şubat 2018 Çarşamba günü Kent Müzesi’nde Ahmet Kolkoparan kolaylaştırıcılığında “Eski Kent Fotoğrafları Okuma V” kent sohbeti gerçekleştirildi. Sarıçay kenarından seçilmiş fotoğrafların yorumlandığı etkinlikte, köprünün yapıldığı tarihe dair anekdotlar, 1904 yılından kalma su deposu olduğu düşünülen yerin fotoğrafları paylaşıldı. Fotoğrafların paylaşımının ardından 1900’lü yıllardan kalma haritalar üzerinden de eski Çanakkale ve Sarıçay çevresine bakıldı. Yerleşim yerlerinin eski isimlerinin günümüzdeki isimleri ile benzerlikleri ve farklılıklarının görüldüğü haritalar incelendi. Eski fotoğraflarda görülen Sarıçay kenarındaki evlerin sakinleri hakkında da konuşuldu. Eski Kent Fotoğrafları Okuma etkinliği, etkinliğin çözümlemelerinin blog sayfası üzerinden paylaşılacağı duyurusu ve Mart ayında gerçekleştirilecek olan etkinlikte buluşulmak üzere sona erdi.

Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 21 Şubat 2018 Çarşamba saat 18.30’da Özkan Tekin ile Kent Üzerine Tartışmalar VI “Gelibolu Yarımadası Tarihi Alan Planları” isimli sohbet gerçekleştirilecektir. 



12 Şubat 2018 Pazartesi


15 Kasım 2017 Çarşamba günü ÇOMÜ Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ortaklığında ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Canan Zehra Çavuş ile gerçekleştirilen “Kent Üzerine Tartışmalar III; Çanakkale’de Kentsel Yayılma ve Kırsal Alanlara Etkisi” başlıklı sohbetinden bir kısım.

4 Ekim 2017 tarihinde Müzemizde gerçekleştirilmiş olan Prof. Dr. Rüstem Aslan ile Arkeoloji sohbetleri; Troia sunumunun ardından sorulan sorulara verilen cevapların yer aldığı videoyu paylaşıyoruz. Arkeoloji Müzesi ortaklığında gerçekleştirdiğimiz Arkeoloji sohbetlerinin kısa videoları sayfamız üzerinden paylaşılmaya devam edecektir.

Çanakkale'den Derlenen Masallar VI



Şahmaran masalı ile ilgili, Ömer Gözükızıl tarafından hazırlanan not:

1) Anlatı, Çan İlçesi (iki kez) ile Eceabat, Lapseki, Ezine ve Yenice ilçelerinde (birer kez olmak üzere), toplam altı kez derlenmiştir.
2) Anlatıcılardan üçü erkek, üçü ise kadındır.
3) Anlatıcılardan biri 97, diğeri 43 yaşındadır. Bunların dışındaki kaynak kişilerin yaş artalaması 70-74’tür.
4) Anlatıcılardan iki tanesi okur-yazar değilken, biri okur-yazar, biri üç yıllık eğitmen mezunu, diğer ikisi ise ilkokul mezunudur.



MASALLAR


Çan- Küçükpaşa Köyü / 4 Temmuz 2001
Erkek/Yaş 71/Küçükpaşa/İlkokul Mezunu/Evli/4 Çocuklu/İnşaat Ustası

(Şimdi bunu, duyuşumuza amma nēse.) Şimdi bu Şahmeren: Yılanlān padışaı, Şahmeren.
            Şimdi bi gün çoban –fakir çoban-, şimdi burda otumuş. Bi ateş çekiyolā ama ‘ani anızlara yanmış. Yılanın birisi de, orta yerde galıyo mu şimdi? (Çoban da acık hani meremetli. Kimsesi yok yani. Birinin yanında çoban.) Yılan, çır çır çığırıyomuş. Şah gākıyomuş ama yanıcak ya! Sarmış ateş. Bakmış bakmış çoban: Ule şunu kurtarıyım demiş. Goca bi sopa vā. Sopayı uzatmış. Yılan sopaya sarılamış. Bu yana geçirmiş yılanı, ateşten bu tarafa. Şimdi geçiriyo.
            E ateş gitmiş. Şimdi e goyunlaın yanında çoban ama şimdi yılan şöyle gidiyumuş; tosur, tosur, tosur çığırıyomuş. Çıkk! Gidiyomuş, çoban arkasından. Dönüyomuş şimdi çoban. Gene yıla dönüyomuş tosur tosur etrafında; bağırıyumuş. Allah! (E anlamıyo da dilinden çobanın.) Ya ne yapca..? Bakmış, kurtulamamış elinden çoban: Yörü yılanın arkasından.
            Yılan gidiyo o gidiyo, yılan gidiyo o gidiyo… Vāmış Şahmeren’e. Yılan anlatmış –ne dediyse- ona, yani bizi kurtardı diye. E kurtarasıya gadā, şimdi dimiş: Ne isdiyon benden? Sen benim –mesela- askerimi kurtarmışın. Yav ben senden ne itsiyim? Bi şe istemiyum. Yav ben bunun dilinden anlamıyom demiş ya. Bu, ne diyo bu? Bi şey yapıyo? Şunun dilinden dimiş anlıycek gibi bi şey vāsa, onu vē demiş –hani-, yap. Yoksa, bi şey istemiyom ben. Ben bunu kutardım; yancaktı.
            E çok demiş çoban, nazik yerden tuttun be; hani püf noktasından. E ne olcak? Ben sana bunu diyiveririm emme demiş, yalınız bak söylēsen, burda ölürsün. Aç ağzını! Açmış çoban. Üç kere tükürmüş ağzına. Yalınız, bu sırrı dimiş, söylemiycen bak ha! Diyiverdiğin anda, orda vefat idersin demiş. Bunu söylemiyceksin. Olur!
            Geliyo çoban şimdi: Goyunlā yayılıyo. Bi goca gabaağac vāmış tarlanın orta yerinde. İki garga gēmiş, dövüşüyolā. Gark-gurk, gark-gurk… Şimdi diyolāmış ki: Bu çoban bizim dilimizden anlasa. E? Bi gazan para vā şiynin dibinde; meşenin. Gazanı alır. Hani üstünde, bir garış toprak vā. İyi; dinliyo. Gargalā gitmiş.
            Şimdi çakalın biri başlamış ulumağa. Köpek de uluyomuş burdan; anlaşmışlā: Çakal gekcek, koyunu yiycek. Köpeklē sādı mı, yarısını da köpek yiycek. Şimdi goyunlā meliyolāmış: Zarara giriceklē. Çoban yatıvarıyomuş masus; uyuyo diye.( E her dili anlıyomuş çoban.)
            Onu bi de zaman geliyo –bi de bi guş, hani dimiş ya–, bi de gazıyo: Bi gazan Osmanlı! ….… çıkıyo çobanın. Çoban… Durucağ mın? Durmuycam dimiş, tamam.
Gidiyo bi çiftlik alıyo; para çok ya. (Bi gazan para mı bitē?) Bi çiftlik alıyo o. Çobanın ne merağı olcak? Gene goyun, sığır, şu-bu almış. Çoban tutmuş, bilmem ne tutmuş; saraylā filan.
Yılbaşı geldi mi, hani bi gidip dolaşıyomuş; paraları veriyomuş herkezin. Durucak olan duruyomuş, durmuycağsa: Başka çoban.
            Şimdi çobanın – gaari şey oldu ya: Ağa -, onun atı vāmış. Hanımının da şeysi vāmış: Kısrak. Bakımcılā (?) vā ….… Gidiyolāmış bunlar çiftliğe. Gölden geçēlerken, hayvan kişnemiş. Undan sonra kısrak, -at- da kişnemiş. Şimdi ağa gülmüş. Garı bunu hıyallamış. (Garıda, çoluk-çocuk yok daha.) Ne didi unlā? dimiş. Sen bunlara niden güldün? Hanım! Boş ver ya. İşte gülücem… Yok! (Tikilmiş tepesine şimdi.) Doğru söyle. Sen, bunlaın bi şey didiyinden anlıyosun dimiş. Güldün; söyle! İşte ileriydi… Uruyı vādı mı söylüycem dimiş; hani çiftliğe vādı mı söyleycem. (Orda söylese, orda ölcek adam.)
            Varıyolā orıyi. Çağarmış herkezini. Kahyesının parılarını vēmiş; hepsinin. Kesin bi pilav! Bi bilmem ne haşlamışlā şimdi. Yimişlē. Büyüg sığırlā anırıyomuş: Ağa diyiverecek sırrını; ölücek. (Ama nere gitcekler?) Satılcak! Sığırlā, goyunlā bağırıyomuş şöyle. O da dinliyomuş yani. Ağa sırrını söylüycek; ölcek.
            Dururkan, horaz gēmiş, on tovukla. Pilavları yiyolā ya. Dökmüşlē çöpe. Hepsi uluyo yani, ağa gidiyo diye. Şimdi horaz, löp löp atıyomuş yani bulguru. Ya pisboğaz diyomuş tavuklā, ne yiyosun ya! Bak ağa diyomuş ondan sona, diyvericek de hani sırrını, ölücek. Ulen ölürse ölsün diyomuş. Ben, on tane garıyı diyomuş kumanda ediyom. O, bi garının kumanda edemiyo mu? demiş. Söylemesin diyomuş.
            Ulen ağa bi de dinlemiş de: Ana! E ben on garıya demiş gumanda ediyom –horaz- yani; bu bi garıyı ne demiş kumanda edemiyo da, söylüyo sırrını.
Ondan sonra: Anaam! Bi de dönüyo: Onu, garı sıkıştırıyo. Al şu boş kağıdıni, …tir çiftlikten! Garıyı govalıyıveriyo orda.
            Başlamış mallar hepsi bağrışmaya: Tamam, kurtulduk diye. Yani yerinde galıyolā. (Hane Şahmeren’in bi ağzına tükürmesi: Bütün hayvanatın dilinden anlıyo yani.) (Bunu da, sen… Bi şey ötüyo ama dilinden anlamasan ne biliceksin?)
            Hani bu böyle Şahmeren hikâyesi.

***

Ezine-Çamlıca Köyü / 28 Ocak 2003
Erkek/Yaş 74/Çamlıca/Okur-yazar/Evli/4 çocuklu/Hayvancılık

            Bi garının, bi oğlancaazı vāmış. Şimdi bunlā üç arkadaş, boyuna şiye gidiyolāmış, yani çalışmağa. Odun kesip geliyolāmış, satıyolāmış filan.
            Neyse, bi gün hava yağıyomuş. Hepsi –arkadaşlā- bi yere otumuşlā; böyle bi gayanın dibine. Otururkana, o oynamağa başlamış. (Onun adısı da Camisap oluyo. Velhasılı Şahmeren hikâyesi.) Velhasılı oynarka oynarka, hadi bi guyu çıkıyo ordan. Guyunun içi bal dolumuş. (Bu ejderhalara yidirmek için, bal saklanmış guyunun içine. Bunlā buruyi, balı bulasiyi, ha bakam sat bakam, sat bakam, sat bakam bunlā şimdi. Balı tüketmişlē gaari içinde. Gene ona diyolā kı: Sen in gaari sıyır da… (Sonu gāmış gaari balın.) Sıyır bakam sen diyolā; in de sıyır. Ondan sonra, bu işi şiydelim. (Çok para gazanmışlā onlā.)
            İnesiye bu, guyuyu kapadıyolā. Öteki arkadaşlā tabi bırakıyolā guyuda. Guyuda galasıyı bu, n’aapsın? Kapalı. İki taraftan imdat arıyo; nerden çıkıcağam? diye. Yılan… Ejderhanın biri, akrep delē gibi böyle delmiş: Tapırt tapırt, tapırt tapırt, tapırt tapırt! Derkene, urdan yılan çıkmış. Kafası, bööyle bakıyomuş una. U da urdan –delikten- bi de bakıyo: Köşkün içinde, alt tarafı yılan, üst tarafı şey; yılanların padişā oturup dururmuş köşkün üstünde. Yılanlān hepciği, ööyle ona şey yani. Her tarafı yılan dolmuş. Bi de bakıyo; onu görüyo Şahmeran sinci. Göresiye: Ellemeyin diyo sinci bu. Getirin bureye. Götürüyolā bunun yanına.
            İşte bu simdi: Nası oldu? Böyle oldu, böyle oldu, böyle oldu, böyle oldu… Şindi anladıyo bu sindi. Beni, dünya yüzüne çıkarın. Ben, seni çıkaramam dünya yüzüne diyo Şahmaran. Çıkardım mı diyo, beni buldurursun sen. Beni öldüttürürsün diyor. Niyse: Öldüttürmem de, söylemem de, bilmem ne yapmamdı dediyse de, yok.
            Buna şinci Şahmeran, hikâyelē anladıveriyo. Bi padişah oğlanı diyo, çıkmış diyo, garıncalā diyarına gitmiş diyo. Garıncalā diyarında diyo, bunu diyo… Maymunlā diyarına geçmiş diyo. Maymunlā, buruyı levha asmışlā maymunlā diyo. Maymunlān ilevhasında: Buruyı bi ben-i adem gelicek. Buruyı padişah olucak diye diyo levha asmışlā. Onu okumuş diyo padişah oğlanı diyo. Bi sürü askerinlen gitmiş urulara diyo. Unlān diyo askerlēni diyo, garıncalā yimiş diyo. Bu, bi tek kişi gāmış diyo. Oraya varıyo diyo. Ondan sonra, bunlā bunu, insan gibi diyo riayet ediyolā diyo meselā: İlle sen, burda gal diye diyo maymunlā. U diyo, urda galıyo diyo.
            Biraz galıyo: İlle beni memleketime… Emme seni, garıncalā diyarı… Şöyle yapā, böyle yapā. Onlā zaten gayığla geçmiş uruyi; adaya. Padişah oğlanının gayıği parçalamışlā onlā; kitmesin diyi.
Orda galmış. Unlarla bıraz şeydiyo; duruyo orda. Ondan sonra: Beni diyo, memleketime ille götürün fılan dediyse de, unlā, bunu geçiriyolā garıncalā diyarından; maymunlā geçiriyolā. Gidiyo bu.
 Bi şeyde gāmış bu; bi köyde misefir galmış. Urda da müneccim dolmuşlar(?). Müneccimlē: Bu adam diyolā, bu diyolā Şahmeran’ı bulmuştur, görmüştür diyolā şimci. Gitmedim. O adada o, bi ağşam böyle denizin gıyısında gāmış. Hemen bi şovk çıkmış denizden. Bi sürü yılanlā, bööyle yaylıma tutulmuşlā; duruyolāmıştın. Görmüş u da: Başlānda da Şahmeran. (Emme bu Camisap’a anladıyo yılan; Şahmeran anladıyo bunu.) Beni diyo, orda görmüş diyo. Ondan sonra, dee o köyde galası diyo, bunu sıkıştırmışlā diyo. İşte: Yılanlā şöyle mi, böyle… Gördün mü sen? diye sıkıştırmışlā diyo. U da: Böyle böyle; adada gördüm. Böyle gördüm ben demiş diyo. Urdan: Gē bakam demişlē buna. Baraba gitmişlē oreyi. Bi sandığın içine süt goymuşlā. (Süde gelir ya yılan.) Velhasılı Şahmeran gelmiş. Bunu, südü yirkene kapatmışlā bunlā. Almışlā bunu, unlan beraba şimdi. O adamlan baraba, sihirbazlarla baraba, o da –padişahın oğlanı da- onlarlan baraba… Unlā şinci: Hah demişlē. Şinci unlā da şiy olmak istē: General olmak, bilmem baş olmak istiyolāmış. İşte ….. hepiciği dile gēmiş. İşte ben… (Bant değiştirilmesi amacıyla, derlemeye kısa bir süre ara verilmiştir. Ö.G.)
            Yakaladılar. Sandığnen, sandiğin içinde götürüyolā. İşte otlā dile geliyo. İşte: Ben sıraciye dermanım, ben ölüme dermanım, ben bilmem ne, bilmem ne… Şuna dermanım. (Yani goyuversinlē diye.) Ben şuna dermanım.
            Bunlar da, deñizi bölmek için ot arıyolā. Ayaklarının altına sürdü mü, denizi bölüp geçiceklēmiş de, u Hazreti Süleyman’ın mühürü vāmış. Mühürü bulucaklāmış. Unlān gayesi oymuş: Mühüre gitceklē. Velhasılı giderlēke, hep otlā böyle dil veriyomuş yani, Şahmeran’ı bıraksınlā diye. O otu buluyolā bunlā. Tamam diyolā, bulduk diyolā simdi bunlā. Şahmeran’ı bırakıyolā.
Diyo ki Şahmeran simdi bu sefer ona: Sen bana yaptın ama diyo, ben sağa yabmıycam. Sen gene diyo Süleyman’ın –Hazreti Süleyman’ın- mührünü almağa girme diyo şinci. Sen girme. Unlā girsinlē diyo.
Niyse varıyolā bunlā. Buluyolā mağarasını; Sülüyman’ın yattiyi yeri. (Onun mühürü: Yüsük.) Yüssiği alıcaklā; dünyaya hakim olucaklā. Niyse bunlā: Sen gir, ben gir… Girin diyo; ben girmiycem diyo bu sinci. (Anlattı ya Şahmeran.) Onlā ta yüssiği alıcağı zaman, bi garanlık çöküyo. Unlā ikisi de helak oluyo. Ordan kurtuluyo, gene geliyo. Velhasılı, bunları böyle anladıyo Şahmeran. Ben, seni goyveremem diyo. Sen, beni ille ele verirsin.
(Yanında da altı ay durdumun, eti, yılan şeklini alıyomuş.) Camisap’ın eti, yılan şeklini almış.
Velhasılı ağlıyomuş gece rüyasında böyle. Velhasılı yılanlā, buna acıyola. Yılanlā: Gē diyolā. Bunu yolluyam memleketine. Çıkaram yeryüzüne diyo simdi yılanlā, Şahmeran’a. Beni diyo sen diyo, ele verirsin eme hadi ben seni çıkareyim diyo simdi. Hamamlara gitme diyo. İşte şuruyı gitme, buruyı gitme. Çıkarıyolā bunlā.
Geliyo evine. İşte arkadaşlāna diyo: Böyle oldu, böyle oldu. Gelin bakam diyo bunlara, bu. Aman! Biz ittik, sen itme. Paraları gene ortak olalım, ne aldıksa. Unlā, bunu gandırıyolā. Eh! Gitmemiş bi tarafa.
Padişahın biri hasta olmuş. Şahmeran’ın ganı içilirse, iyi olursun sen demişlē. Başka türlü iyi olman. (O zaman, müneccimlē vāmıştı; doktur filan yokmuştu. Sihirbazlıklanmış hep.)
Velhasılı bu gitmemiş tabi. Padişah ilan etmiş: Nerde çoluk-çocuk; kim vāsa ille gēsin. Hamamda yıkansın. Böyle!
Bi gün gitmemiş, iki gün gitmemiş… Bütün askerini yollamış; evlēde kim galdıysa, bütün toplamağa. Onu da yaka paça götmüşlē.
Bi de varıyolā: Yılan teni vā. Söyle, nerdeyse söyle! Yok görmedimdi, yok bilmem ne yaptımdı. Yok! İlle söyliycen. Guyuyi gösteriveriyim bali demiş. Sinci guyuyi gösteriveriyo bu. Müneccimlē okuyo, okuyo, okuyo, okuyo… Altın tepsinin içinde, yılanlā getirip geliyolā Şahmaran’ı. Aah diyo, Camisaf! Yaptın bana yapcağnı. Velhasılı: Gene Camisaf’tan başkası ellemesin bağa diyo. O kessin, o gaynatsın diyo simdi bu.
Velhasılı Camisaf urdan alıyo; götürüyo, gidiyo. Kesiyolā. Camisap kesiyo. Sen diyo, ilk suyumu sen iç diyo. Ötekilē, unlara vē diyo. Hepsi –öteki suyu içenlē-, gebermiş hepsi; padişahı da şeysi de. O sağ galıyo.
(Masal da –bizim- sona eriyo.)

***

Yenice İlçe Merkezi / 8 Nisan 2003
Kadın/Yaş 43/Yenice İlçe Merkezi/İlkokul/Evli/2 çocuklu/İşçi

            Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, bir gadının bi oğlu varmış. Oğlu, odun kesmeye gidip, evini geçindiriyormuş odun sataraktan.
            İki arkadaş, dağa odun kesmeye gitmişler. Orda çok yağmur yağmış odun keserken. İki arkadaş bunlar, ağaçların dibine saklanmışlar. Ağaçların dibine saklanınca… Oğlan, u gadının oğlunun adı Camişap’mış. Orda otururke, yağmurun dinmesini beklerken, elinde bir çakısı varmış. Çakıyla oralarını kazarken, toprağı eşerken, bi taş denk gelmiş. O taşı, ordan çıkarmış. Orda bi yerde, bir mağara gibi bi yer varmış. Sonra bi bakıyo: Orda, üst tarafı insan, alt tarafı yılan şeyler yaşıyomuş urda; yani yılanlar yaşıyormuş.
            Öteki oğlan gitmiş eve. Annesi ona sormuş: Benim oğlum nerde? demiş. O da: Senin oğlun gayboldu. Onu dimiş, kurtlar –ayılar, kurtlar- yediler demiş. Kadın artık, ağlıya ağlıya gözleri kör olmuş.
            Sonra oğlan orda… Onu yılanların başı Şahmeran: Ben demiş yani… Sen bana yedi sene demiş, burda çalışıcaksın demiş. Yedi sene çalışmadan, ben seni göndermem bi yere demiş.
            Sonra o da ona, yedi sene çalışmış. Ama u da, unlara iyice – u da tılanlarını yanında dura dura, iyice- onların teninden olmuş teni.
            Sen demiş, şimdi dünya yüzüne çıkar gidersin. Seni demiş yani keser… Beni bulurlar, keserler. Sana söylettirirler benim olduğumu demiş. Beni keserler, yaşatmazlar dimiş. (Onun suyunu da içen yani ölmüyomuş. Bi hastalıktan, şeyden kurtuluyomuş yani. Ölümsüzlüğe şe yapıyomuş.)
            Sonra –yedi sene sonra- buna bu, bayağ bi altınlar, paralar vermiş. Bunu yollamış. Ama dimiş bak dimiş, seni ne zamansa dimiş beni bilirler; benim yanımda çalıştığını demiş, durduğunu demiş Şahmeran oğlana. Beni demiş gelip demiş, yerimi söylettiricek olursalar dimiş, sakın demiş beni kestiklerinde demiş, birinci suyumu içmiyceksin demiş.
            Sonra bu gitmiş. Oğlan, aradan yıllar –yedi sene- sonra gitmiş. Bunu şaşırmışlar görünce. Demişler: Seni öldü diye biz… Annen ağlaya ağlaya, gözleri kör oldu demişler. O da dimiş: Ben ölmedim demiş. Arkadaşı da, öldü diyerekten şe yapmış: Bi sürü zenginliklē böyle. Hep zengin olmuş o arkadaşı. Hiç onu tanımamazlıktan geliyomuş. Sonra oğlanın da –aslında onun da- elinde çok parası, şeyi varmış. Şahmeran, ona çok şeyler vermiş yani, yanımda çalıştı diyerekten.
Sonra padişah ta çok hasta. İyice ağır bi hastalanmış oranın padişahı, yani onların durduğu şeyin. Demiş: Şahmeran’ın suyu olursa –içerse-, ölmüycekmiş; hastalıktan kurtulcakmış.
Sonra bi gün demişlē: Toplayın yani bütün köydeki insanlar, şehirdeki insanı. Herkes hamama gitcek yıkanmaya. (Çok afedersiniz yani. Ben…) Orda demişlē, vücutunu yani bakalım. Yılanların yanında kim durdu, durmadı; belli olucak demişlē yani.
Ondan şüpelenmişler. Sonra Şahmeran’ı… Camişap ta gitmiş; mecburen, o da gitmek zorunda galmış. Onu orda, tenleri yılan tenine benzemiş yani. Onu anlamışlar urda, Şahmeran’ın yanında yedi yıl urda kaldığını tahmin etmişler. Sonra ona dimişler: Sen söyliyceksin nerde? Yani bu zamana kadar nerde yaşadın? Sen Şahmeran’ın yerini biliyosun demişler, padişahın yanında çalışan insanlar. Sonra ona zorla söylettirmişler. (Bana söylettirmeyin demiş.) Zorla söylettirmişler.
Sonra götürmüş onların şeyine. Daa onu Şahmeran görür görmez demiş: Sen beni demiş… Ben biliyodum demiş, insanoğlunun beni bulup ta, böyle kesip, suyumu içiceğini demiş. Ama dimiş, bak benim didiğim gibi yapıcaksın demiş ona. Birinci suyumu padişaha içir. İkinci suyunu kendin içiceksin demiş. O da onu öyle yapmış, aynı Şahmeran’ın didiği gibi.
E padişah, baştan suyu içmiş: Ooh dimiş, çok eyi geldi dimiş. Ben dimiş, yani iyileştim demiş artık; ölmüycem demiş.
Biraz sonra, aradan on-on beş dakika… İkinci suyunu da çocuk içmiş; Camişap. Ondan sonra, biraz aradan yarım saat falan geçmeye başlamış. Başlamış padişah: Karnım ağrıyo, başım ağrıyo demeye. O yani zehirlenmiş; ölmüş, gitmiş.
U Camişap ta, bi uzun ömür yaşamış yani. Annesinin de gözlerini, doktorlara götürüp açtıttırmış. U Şahmeran’ın verdiği paralarla da, mutlu bi hayat yaşamışlar.
(Yani masalımız da burda bitmiş.)



8 Şubat 2018 Perşembe

7 Şubat 2018 haber

               

7 Şubat 2018 Çarşamba saat 18:30’da Çanakkale Kent Müzesi’nde her ayın ilk Çarşamba günü gerç
ekleştirilen Arkeoloji Sohbetleri kapsamında “Çanakkale’de Geç Osmanlı Devri Kültür Mirasında Üretim ve Ticaret Yapıları” başlıklı etkinlik gerçekleştirildi.
                Arkeoloji Müzesi koordinasyonu ile Çanakkale Kent Müzesi’nin ev sahipliği yaptığı  etkinlikte Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi  Sanat Tarihi Bölümü’nden konuk Yrd. Doç. Dr. Oğuz Koçyiğit’in hazırladığı sunum ile Çanakkale ve civarındaki Geç Osmanlı Dönemi Ticari yapıları ile ilgili bilgiler paylaşıldı. Ege ve Akdeniz’e açılacak gemiler için önemli bir liman ve gümrük noktası olan Çanakkale’nin ticari anlamda konumunun önemli olduğuna vurgu yapan Oğuz Koçyiğit 18. ve 19. Yüzyıllarda kentte üretime dayalı yapılaşmanın artışa geçtiğini belirtti. Şehrin önemli ihraç noktaları olan seramik dükkanları ve meşe palamudu depolarının yanı sıra Çanakkaleli Musevi tüccar İlyo Halio tarafından yaptırılan Aynalı Çarşı’nın da kentin önemli ticaret yapılarından biri olduğunun altını çizen Oğuz Koçyiğit, kente gelen tüccarların kaldığı han ve otellerin de yine Osmanlı Geç Dönemi’nde çoğaldığını belirtti. Yapıların örneklendirilmesi, kent içindeki konumları ve mimari özelliklerinin Sanat tarihi açısından değerlendirilmesinin ardından etkinlik sona erdi.

14 Şubat 2018 Çarşamba akşamı saat 18:30’da Çanakkale Kent Müzesi’nde Ahmet Kolkoparan kolaylaştırıcılığında “Eski Kent Fotoğrafları Okuma V” etkinliği gerçekleştirilecektir. 





31 Ocak 2018 toplantı kayıtları çözümlemesi

Çan İlçe Merkezi-Seramik Mahallesi02 Ekim 2002Kadın/Yaş 73/Çan-Söğütalan/3 yıllık eğitmen mezunu/Dul/7 çocuklu
            Üç tane kız kardaş varmış. Ordan sonra, padişadan emir gelmiş: Hiç kimse –bi karartma olmuş hani- kimse şılak çekmiycek. Kim şılak yaparsa, şu kadar ceza vericem dimiş.Koca kız kardeşi demiş ki –Gelmişlē: Neden ışılağı yaktın?-: Padişaya benden selam söyleyin demiş. Padişahlan evlenicem demiş. Ona –demiş ki- çadır dokuycam. Bütün askerleri demiş örtücek, içine alcak.Ortanca da demiş ki: Benim selamımı söyle. Ona, bi halı dokuycam demiş. Bütün demiş yer kapanıcak demiş hani halıyla.En küçük olan da demiş ki: Padişaye selam söyle demiş. İki tane çocuk doğurcam ona; ikiz demiş. Birinin göbeğende altın kilit olucak demiş, birinin gözlerinde demiş –hurduğum zaman demiş, ağladığı zaman demiş- inci, mercan dökülcek. Güldüğü zaman, yanaklarında gül açılıcak demiş.Padişah –gitmişler söylemişler-: Gelsin bakalım onlar demiş. Almış –karı- bunları. Üç kız kardeşi de kendine almış. Demiş ki koca şeye: Hadi bakalım! Doku benim şeyi, halıyı. Ben bi padişah karısı olup ta, halı mı… Çadır mı dokuycam sana! demiş. Onu bağlamış.  Ortancıya demiş: Hadi bakam! Yap halıyı ya. Ben bi padişah karısı olup ta demiş, halı mı dokuycam sandıydın demiş. (Padişah n’aapsın?)Küçük olan –derken- hamile olmuş. Hamile olasıya, kız kardaşları, ebe garıya para vēmişler; iki tane köpek eniği getirmişler. Karı doğurmuş: Biri kız, biri oğlan. Bi de baksalā ki: Oğlanın göbeğende altın kilit. Çocuk ta ağlarka -kız-, gözlerinden başlamış inci, mercan dökülmeğe. Hemen bi sandık yabmışlar. Onları sarmışlar, denize atmışlar. Köpek enceğe koymuşlar karının yanına kız kardaşları. Padişaya demişler: Gel! Seninkisi doğurdu. Bi gızınla, bi oğlun oldu. Bi de gidē ki: Köpek enceğe. Bir kancık, bir erkek. O vakıt demiş ki padişah: Şu merdivenin altını kazın bakalım demiş. Kazmış. Merdivenin altına kadını, buraya gadā gömmüş; boğazına kadā gömmüş. Orda on yedi sene, on yedi sene merdiven altında durmuş o şey, karıcık. Gız kardeşleri diyumuş: Tükürün onun yüzüne –gelen giden mısafirlere-, köpek eniği doğurdu. Denize atmışlā o sandığı da. Gene, tabi o gene ermişlēden adamın biri sabalē –dedenin biri- denizin boyunda: Malsan demiş geeri demiş, cansan gene… (Şandık hane şeydiyomuş.) Sandık gēmiş. Bi de açıvermiş sandığı. Bi sandık inci, mercan dolu. İçinde de iki tane çocuk. Birinin göbeğende altın kilit. Onları, o adam –o dede- almış. Büyütmüş onları, büyütmüş. Onlara demiş ki: Sakın biri birinize göz koymayasınız. Siz kardeşsiniz demiş. Bi terde büyütmüş onları. On yedi sene olmuş. Ondan sona demiş ki: Dede! Biz artık gidicez. Gidin oğlum demiş. Filan yere, filan köye gidin demiş. Oraya demiş dükkân açın, bi mekân açın demiş. Ondan sona demiş, orda yaşayın demiş. Ama bi şey duyduğunuz zaman, ille beni bulun demiş hani. (Bubasının köyüne yollamış onları.) Oraya güzel bi dükkân açmışlar, oturmuşlā.Şimdi padişah gelir geçermiş ama gelir tükürürmüş karıya. Kız güldüğü zaman, güller açılırmış yanağında. Çocuk ta öyle şey gibi. Git de gör dermiş. Âlem doğurmuş dermiş, analar dermiş. Güldüğü zaman, yanaklarında gül açıyo. Dükkândan ayrılamıyom diyomuş. Çocuk ta öyle diyomuş. (Tükürürmüş garıya, geçermiş.) Sonra bu, bir gün olmuş. Gene anlamış o şeyler; deyzeleri. Padişaya demişler ki… Çocuğa demişler ki: Filan dağdan gidip –uraya vakıtsız şeyler var- elma, yemiş getir dükkâna. Daha çok alalım. Dev Dağı’na yollamış onu. Ordan sonra, gene dedenin yanından giderke: Nereye gidiyosun? demiş. Dev Dağı’na yolladılā beni demiş, şey getirmeye. Sen, dön gerisi geriye demiş. Dönmüş.Ne oldun? demişler. Dev Dağı’na demiş şeydemedim. Bak demişler: Sen evlenicen demişler ama filan yerde demişlē, bi kız var demişler, o kadar güzel, o kadar güzel demişlē; huri kızı gibi demişler. Dedeye yine gitmişlē bunlā. Dede demiş ki: Bak orda dimiş… Peri kızı o demiş. Orda, senin gibi binlerce aslan taş oldu; yatıyo demiş. Giderken demiş, kulaklarına pamuk sokucan demiş. O diyicek sana dimiş: Taş ol ha Yasiir! diycek demiş. Sen: Taş ol kâfir… O saña: Taş ol kâfir diyicek dimiş. Sen: Yasir! diye bağırıcan demiş. Ordan demiş, gulaklarına pamuk dıka. Dıkamamış çocuk.Kız kardaşınla, yolun çatına kadā gelmişlē. İkisi de yüssüklerini taşın altına koymuşlar. Bak demiş, gelmezsem haftaya kadā demiş, yüssüğüm küflenir benim burada demiş. Ordan beni aramak istersen, gene sor dedemize demiş. Ondan so çık, gel yola demiş. Bir hafta olmuş. Sekizinci gün bi de gidē ki: Yüssük küflenmiş. Yok, gardeşi gelmiyo. Dedeye demiş: Böyle böyle. Ben dedim ona demiş. O, beni dinlemedi demiş. Sımsıkı gulaklarını dıka demiş. Düş yola demiş. O demiş hep: Yasir diycek; sana bağırcek demiş. Sen de: Taş ol –hep- kâfir diycen ona demiş. Ondan sona demiş, o uzun saçlı bi peri gızı; çok güzel demiş. Tutucaksın onu saçlarından: Ağbim nerde, ağbim nerde? Hep ona, hep öyle sorucan demiş. O hep diycek sana: Taş ol kâfir ama demiş, sen hep: Ağbim nerde? diycen demiş. Kız pinmiş ata: Sürmüş, sürmüş… Gitse baksa ki: Biir taş ova. Bütün taş: İnsan heykeli. Hep insan heykeli. Ondan sonra, bu hep bağarıyomuş ona: Yasir! Taş ol kâfir. Yasir! Taş ol kâfir. Tutmuş peri gızını saçlarından: Ağbimi de ağbimi, ağbimi… O vakıt demiş ki: Bütün burada senin demiş… Bunlar hep insan demiş. Ağbin kim olduğunu, ne bileyim ben? demiş. Ağbim demij, burada bir haftalık demiş. (O vakıt, tabi biliyo.) Hemen saçlarını ıslamış; bi savurmuş gız. Saçların ıslağından: Uykudan uyandım demiş, galkmış. Çok uyumuşum demiş. Çok uyudun ağbi demiş. Ordan sona: Bunlā kim? demiş. Bunlā: Hepisi, senin gibi aslan demiş. Bunların hepsini kaldırıcan demiş. Kaldırırsam, onlar sana şey yaparlā demiş, şimdi demiş: Ben alcam, ben alcam… Hayır demiş, hepsini kaldırıcan demiş. Onlā senelēden… Artık evini barkını bilemez demiş. (Ama peri ya: Gencecik. Peri gencecik olduğu için tabi.)Bu alıvēmiş saçlarını, ıslamış. O taşlara, bu taşlara, o taşlara… Herkeez uyanmış uykudan. Beh! Ne kadā uyumuşuk. Beh! Ne kadā uyumuşuk. O demij benim, o demij benim, o demij benim! O zaman demiş ki: Siz, evinizi barkınızı bilebilecek misiniz? Valla bilmiyoz. Bak demiş, bizi kurtaran, bu kız kardaşım demiş. Ben burda, sekiz gün oldu demiş; dokuzuncu gün. Hepiniz sizin, can verdirdim. Ātık demişlē ki: O senin nasibinmiş. Sen, bizi kurtarmışın. Allah razı olsun. Herkes çekmiş gitmiş.Gene gelmişler dükkâna. (Peri gızı da o kadar güzelmiş.) Demiş ki padişah: Akşama demij, bana mısafir gelceksiniz demiş. Olur demiş, mısafir geliriz demiş.Ordan sona, gitmişlē bunlā şimdi saraya. Tükür yüzüne, tükür yüzüne; şimdi anasının. Onlā… Ne yabmış peri de, peri gızı da? Bi teste gül , gocasının eline vēmiş. Bi teste gül, görümcesinin eline. Bi teste gül de kendi eline almış. Ordan sona, onlar: Tükür diyolā ya, onlā da birē teste gül vēmişlē. Hey Yarebbim demiş. On yedi senedir demiş, hele bi Müslüman insan geldi de demiş, bana demiş birē demed demiş, gül attılar önüme. Gül vēdiler demiş; sevinmiş.Ondan sona oturmuşlā, yemek yimişlē, şeytmişlē. O vakıt demiş ki padişaya: Padişahım demiş, şu kadın neden gömülü demiş gelini, merdivenin altında? demiş. Bunlā demiş, üç kız kardaş demiş. Bana dedile demiş… Ben demij bir şey verdim: Karanlık! Kimse ışık yagmıycek. Bunlā, ışık yaktılā. Biri bana bi parça(?) çadır dokuycaktı. Askerim örtülücekti. Biri; Goca halı yapcaktı. O da, bana yapıcaktı iki tane çocuk. Birinin göbeğende altın kilit olcaktı. Biri de ağladıkça, mercan saçılcaktı gözlerinden. Yanaklarında, güldükçen gül açılıcek. Ya demiş; acaba doğurmadı mı? demiş. İki köpek enceğe doğurdu demiş.O vakıt, kıza bi tokat vurmuş. Kız başlamış ağlamağa. Başlamıj gözlerinden şey saçılmağa: Mercan, inci. Bak demiş. Ondan sonra güldürmüş kızı. Başlamış gül, yanaklarında açılmağa. Gördün mü? demiş. Âleme Allah verdi… Âleme Allah vermedi. Bunlar senin demiş. Gocasının da hemen çıkarmış buradan, göbeğene açmış. Altın kilit göbeğende. Bunlar demiş senin çocukların. Ordan, ben bi peri kızıyım demiş. Senin artık gelininim demiş. Ama demiş, yolladılar demiş. Ben, sürüylen insanı taş yaptım. Sürüylen insanı senin gızın demiş kurtardı. ‘Episi insan içine girdi. Senin bunlar, uraya gömülücek insanların demiş. Padişah artık şaşırmış. Hemen çıkarmış ordan o şeyi; karısını. Yıkatmış, paklatmış: Ben yaptım, siz yabmayın demiş.Artıkın ötükülerini: Siz ne istiyonuz? dimiş. Kırk satır mı istiyosunuz, kırk katır mı istiyosunuz? dimiş. Kırk satırı ne yapalım? demişlē. Kırk tane katırı vē de demişlē, hiç olmazsa kervancılık yaparız demişler.Kırk katırın kuyruğuna bağladıvermiş mi onları! Parça parça parlatmış. O günden bu güne, en küçük kız kardaşınlan, onun da ömrü geçmiş.


31 Ocak 2018 tarihinde gerçekleştirilen Çanakkale'den Derlenen Masallar V etkinliğinde masalın dinlenmesinin ardından yapılan yorumların çözümlemesi...  


Ömer Gözükızıl: Bu anlatının üzerinden uzun zaman geçtiği için bu kadar teferruatlı olduğunu unutmuşum. Genel olarak çoğunluk anlatıları “oğlanla kız doğar, gönderilir, sonrasında büyüyüp bir şekilde babaları ile tanışırlar, saraya dönerler ve kötülüğü yapanlar cezalandırılır” şeklinde ilerler. Bu 3 benzeşte de daha fazla motif var bu motifler de mitlerle ilintili motifler. Örneğin taş kesilme, taşa dönme, taşlaşma motifi mitlerde de sık karşılaştığımız bir motif. Genelde de dişilerin bir özelliği olarak karşımıza çıkıyor Medusa örneğinde olduğu gibi. Taşlaşma aynı zamanda mitlerde de gördüğümüz gibi başka bir dünyaya geçiş, ölümle alakalı. Ölüm olan mitlerde birisini kurtarmak için yeraltına inmek motifi de var. Masalın biraz daha küçük yerleşime ait olduğunu gösteren bir örnek padişahın sadece bir peri padişahı olmasına dikkat edilebilir. Anlatılara giren unsurlardan birisi Müslümanlık, kafirlik üzerinden değinmelere yer verilmesi anlatının asıl parçalarından biri değildir ama topluluklar bunu yerleştirebilirler.
Mit kahramanları için genel itibari ile olağanüstü bir hamilelik durumu söz konusudur. Bu peygamberler için de peygamber hakkı kazanamamış mit kahramanları için de söz konusudur. İsa’nın annesi öyle hamile kalır. Hacıbektaş’ın bazı anlatılarında da vardır. Burada da olağandışı bir durum söz konusu yok ama kadın doğumdan önce “göbeği altın kilit olan, gülünce güller açan, ağlayınca inci mercan döken iki çocuk doğuracağım” der. Bu anlatıda da kadının dediği olur ve iki çocuk doğar. Mitlerde karşılaştığımız bir diğer durum ise kahramanlar doğumdan hemen sonra gönderilir. Bu kahramanların gönderilmesi statükonun korunması ile alakalı olabilir. Bunlar işleyişin değişimini sağlayan insanlar olduğu için bir ölçüde yol verilmeleri, ortadan kaldırılmaları gerekebilir. Bu da sıklıkla karşılaştığımız bir motiftir.

Şeref Uluocak: Bana ilginç gelen çadır, halı ve iki çocuk. Zamanın, mekanın ve neslin işareti olarak düşünebiliriz. Çadır dünyanın merkezini temsil ediyor olabilir. Halı mekana sahip çıkmayı temsil ediyor ama nesil sürdürebilir iddiası olan doğumun, doğum değil bu toplumun istediği tipte bir kadın olma çabasını ifade ediyor. Erkek çocuğun karnında kilidin olması onun saflığını ifade ederken, kadının dayak yedikçe yüzünden incilerinin dökülecek olması aslında kendi doğallığını değil masaldaki otoritenin ondan beklediği kimlik ya da kişilik haline gelmesi olabilir. Kişinin ağlatılarak ondan güzellikler çıkacağına inanılması ya da beklenilmesi bana göre kadına ilişkin aşılayacak bir ifade şekli var masalın sonuna doğru gelen periden de memnun kalmadım. Peri gerçekliği tekrar inşa ederek başlangıçtaki eşitsizlik biçimini meşrulaştırarak sistemi yeniden kurdu. Erkek ve kadına yüklenen nitelikler ya da özellikler bana göre masalın sonunda da değişiklik göstermiyor.

Ömer Gözükızıl: Kilidin erkekte olması garip değil mi kız da olsa daha iyi olmaz mıydı?

Şeref Uluocak: Saflığı erkek temsil ediyor, ondan bir şey beklenmiyor, bütün problem kadında. Kadınlara yüklenmiş roller var, halı dokuması, türü devam ettirmesi…
Ömer Gözükızıl: Bu anlatının bir varyantında da ağaç söz konusuydu, ağacı söküp getiriyor. Dolaşımda olan hayatı da alıp getiriyor.

Şeref Uluocak: Neden çadır inşa ediliyor çünkü çadırı inşa eden kuralları koyan erkek. Bunlar aslında kötü kadınlar değiller, bunlardan beklenen bu. Merkezi tanımlayan erkek, doğurganlık üzerinde beklentisi olan erkek, kadının böyle bir iddiada bulunması zaten merak konusu erkek için o yüzden çağırıyor gel göster diye.

Ömer Gözükızıl: 3 masalın ikisinde de oğlan başaramıyor, kız birisinde erkek kılığına girerek, diğerinde de herhangi bir açıklama yapılmadan erkeğin beceremediğini gidip taşlaşan insanların olduğu yerde düzeni bozarak alınması gerekeni alıp geliyor bunu nasıl yorumlayabiliriz?

Elif Kanca: Bu evrende erkek iktidar kaybı içerisinde, baştan aşağıya erkeğin iktidar kaybını görüyoruz. Sonrasında adaleti düzenleyen, sistemi tekrar kuran da yine bir kadın. Masalda gördüğümüz 17 sayısı ile ilk defa karşılaşıyorum. Göbekteki altın kilit sembolü de bana değişik geldi. Altın kilidin erkeğe verilmesinin nedeni doğulmuş, doğumla meydana gelmekten ayrı olarak anneyle bağlantısını temsil eden yere olan göbekte altın kilit olması onun bir kadından doğmakla olan zayıflığını telafi eden bir semboldür. Kızdaki yüzünde güller açması çok karşılaşılan bir sembol ikinci sembol de güçlü olarak taştan geliyor. Taş sembolizmi ilginç, antropolojik açıdan baktığımızda da ilginç. Bizde maden çağına ulaşana kadar kullandığımız binlerce materyal, devamlılık da gösteriyor. Devamlılıkta da sembolik olarak erken demir çağından itibaren mezar için taş kullanılıyor. Oradaki mantık ölüm ile yaşamın sınırını çekmeye dayalı. Buradaki heykellerin durumunda da ölüm ile yaşam arasında kalmak var ve perinin saçlarından gelen su ile açılıyorlar. Buradaki erkek iktidarın mutlak anlamda kaybı var çünkü padişahın verdiği hiçbir hüküm, yaptığı hiçbir şey yok. Onun sebebi de başta ki karartmaya bağlı. 2 kız kardeş vaadini yerine getirmiyor. Bir yerde geçiyordu “ çadırı askerlerim için istiyorum.” Yani iktidar alanını korumak ve devamlılığını sağlamak için istiyorum diyor ki onu bile sağlayamamış ve kız kardeşlerin köpekle değiştirmiş olmalarını bile göremiyor. En sonunda da zaten yalvarıyor “ben ettim siz etmeyin” diye. Ama 17 ile altın kilit neyi sembolize ediyor mesleki açıdan baktığınızda?

Ömer Gözükızıl: Altın kilit bir tek bu masalda ve bu benzeşte karşılaştığımız bir şey.

Şeref Uluocak: Bence annesinin terk etmesinden sonra etki altında kalmaması için yapılmış bir şey. Anne ile bağını kopardıktan sonra bir daha değişmemesini sağlayan bir kilit.

Filiz Sanay: Duruma kültürel açıdan sanat tarihçisi olarak bakıyorum. Dinlediğimiz masal Çan yöresinden bir masal. Çanakkaleliyim benim ailem de buralı ama ben bu masalları sizden öğreniyorum. Benzer masallar nasıl aktarıldı? Anlatıcı hanım bunu dedesinden,  ninesinden duydu bunu anlıyorum ama biz tarihten baktığımız zaman bazı bilgileri sözel tarihle aktarıldığını, sözel tarihi hafızada tutarak yeni nesle aktardığını biliyoruz. Benim dikkatimi çeken bir nokta oldu anlatıcılar küçük değişiklikler ile aynı konuyu anlatırlarken acaba o bilge kişiyi, çocukları kurtaran bilgeyi gelin bana danışın diyen bilgeyi nasıl tanımladılar? Burada bir kişi olarak tanımlıyor, evlat edinmiş ve evladına sahip çıkmış, kendi kanından olmayan çocukları büyütmüş bu kişinin bana getirdiği bir şey var diyorum ki Dede Korkut masallarının bir devamı gibi geliyor bana. Çünkü Dede Korkut masallarında da imgeler vardır, öğüt verenler, durumu düzeltenler vardır. Delikanlının taşa dönmemesi için uyarıda bulunuyor ama söz dinlemiyor. Kız söz dinliyor, nasıl yapacağı, nasıl davranacağı yeniden öğretiliyor. Orta Asya geleneğinin buraya taşındığı izlenimini bıraktı. O yüzden hangi kişiler, hangi bölgeler diye sordum. Çan bölgesine baktığımızda kendi araştırmalarımdan bildiğim kadarıyla direk Orta Asya’dan gelen bir boy oluşturuyor. Tabi ki civara evlilik yoluyla civara yayılıyorlar. Sizin böyle bir araştırmanız oldu mu?

Ömer Gözükızıl: Çocukları bulan insanların çoğunluğu sıradan insanlar. Bulanların içinde de kadına denk gelmedim. Genellikle ilk bulan kişi erkek olur. Burada yol gösteren, akıl verenler içinde bulanlardan birisi balıkçı, birisi değirmenci birisi de bir dede. Dedenin öteki tarafla ilişkisi var ki sonradan çocuğa nasıl davranması gerektiği konusunda akıl veriyor. Diğer hepsi sıradan insanlardan oluşuyor. Onların boşluğunu yolda çocuk giderken dolduruyor, karşısında bir ermiş kişi çıkıyor ve sıradan olmayan boşluğunu doldurmuş oluyor.
Çan’ın Orta Asya ile bağlantısı meselesine gelirsek anlatılar üzerinde motiflerde belki olabilir o konuda iddiam yok ama ben eminim ki bu anlatı yeryüzünde birbirinden birkaç bin kilometre uzaktaki birçok halkta var. O nedenle Çan’dakilerin Orta Asya bağlantısı olabilir ama Çan’da Orta Asyalıların dışında kişilerin de yaşadığı bir gerçek. Orta Asya ile motifler üzerinden daha kolay bağlantı kurabiliriz ama anlatılar üzerinden herhangi bir yerden bağlantılar kurmaya kalkarsak ki sadece anlatılar da değil, atasözleri, hikayeler, mitler üzerinden de bağlantı kurmaya kalksak aynı sorunla karşılaşırız. İnsanoğlu nasıl yapmışsa ayrı topluluklar benzer anlatıları işlemeyi başarmış. Anlatı anlamında Orta Asya bağlantısını kurarsak birisi de gelip der ki “Finlandiya’da da bu anlatı var, Çanlılar Finlandiyalı” diyebilir.

Filiz Sanay: Ben belgeye dayalı söylüyorum. Karluk Türkleri gelmişler, orada ayrıca belirtiyor çadır yapıyorlar, halı yapıyorlar. Bu yeteneklere sahip bir boy yerleşmiş. Bize anlatılan masallarda dikkatimi çeken bir şey var normalde iyiliğe yönelik bir mesaj olması gerekir. Buradaki mesaj, adaletin olması, toplumda düzenin sağlanması için adaletin olması gerektiğine dair. Kadını hem iyi hem kötü olarak tanımlamak, iki kız kardeşin diğer kardeşe yaptığı zulmü bir başka kadının çözümlemesi ve erkeklerin bu konuda taraf olmaması, örneğin padişahın inanılmayacak bir şeye inanması gibi motifleri rahatsız edici buldum ben. Tabi ki bu bir masal ve anlatımda size ait değil.

Ömer Gözükızıl: Ben kaynak kişinin annesi ile de çalıştım. 91 yaşındaydı ve 91 yaşında olup o kadar sağlıklı insanla çok fazla çalışmadım. Bu masalı anlatan kişi Söğütalan köyünden. Söğütalan köyü Pomak bir köydür.

Şeref Uluocak: Çadır motifi göçebe toplumun özelliğini göstermesi açısından önemlidir.

Ömer Gözükızıl: Çadır mevzusu ile ilgili getirilen kız gebe olduğu için, babayı davet ederler, kız bir gece içinde babanın çadırından daha büyük bir çadır kurar. Mekânsal kapsayıcılıkta padişahın liderliği, büyüklüğü ortadan kaldırılır. Ertesi gün padişahın tüm askerleri doyurulur, padişah ise onların atlarını bile doyuramaz. Çadır buradan otoritenin gücünü simgeleyen bir unsur olarak da görülebilir.

Şeref Uluocak: Bu masalda hanın hanımı biraz daha etkin bir şekilde yer alıyor. Benim eleştirim gerçekten eşitsizlikçi bir gerçeklik inşası var. Düzeltme, düzenleme denen şeyin kendisi de o eşitsizliği tekrar üretiyor, ben perinin peri olduğu kanaatinde değilim. Hatta buradaki bilge kişinin o iki kız kardeş olduğunu düşünüyorum. “Köpek doğurdu karın” dediği zaman, nasıl oldu, neden oldu derken onun gömülmesi demek bilge erkeği çağırdı ama erkek hiç bunun farkında değil o kadar emin ki kendinden, göbeğinden kilitlenmiş altın kilitle ve kendinin bu konuda hiç payı olduğu kanaatinde değil, kadın bunu yaptı deyip kadını cezalandırıyor. Adaletsizlik bizzat kadın ile erkek arasındaki ilişkinin kendisinde var. Peri gelip onu düzeltti yani dünya tekrar devam etti diye sunuluyor. Yorumum eleştirilmesi gereken uç bir yorum onun bilincinde olarak yorum yapıyorum.

Cevat İnce: Bazen masallardan beklentilerimiz, alışkanlıklarımız ve algılarımız üzerinden oluştuğu için, örneğin aramızda bulunan 3 çocuğun beklediği masal ile şu an okuduğumuz masal onların beklentisindeki masal değil.

Şeref Uluocak: Kadının ağladıkça gözünden mercanlar dökülmesinin bilinçaltı çok tehlikeli bir şey. Kadının ağlaması hatta tokat vurunca ağlaması meşrulaştırılan bir şey olarak karşımıza çıkıyor. Kadın demek ki arada gözünden altınlar, mercanlar dökülsün diye yani benim istediğim gibi bir kadın olsun diye hırpalanması gereken, o zaman çiçekler, güller açacak oysaki diğeri altından kilidi var, onunla yaşayacak. Bu gerçekten normal mi? Bana normal gelmiyor.

Ömer Gözükızıl: Gülünce gül, ağlayınca inci mercan döken ana anlatı da var, burada sadece motif olarak karşımıza çıkmış. Orada çocukluğunda ağlamaya başlıyor. O da başkalarına veriliyor, para kazanmak için çocuğu özellikle ağlatıyorlar. O masalda burada olmayan bir özellik daha vardı. Kız yürüyünce bir de yürüdüğü yerde çimenler oluştururdu. Burada onunla karşılaşmadık.
Başka bir yere gönderilirken arkana bakma diye tembihlenmesine ne diyorsunuz? Neden ona rağmen dönüp bakılır bunu nasıl yorumlayabilirsiniz?

Filiz Sanay: Benim eşimin anlattığına göre Yenice yöresinin bir masalında gözleri görmeyen bir nine, bir büyük zat olduğuna inandıkları bir yatırı, büyük, kocaman taşları mezarının başında neredeyse ağaç büyüklüğünde taşları varmış. O mezarı ziyaret ederlermiş, hatta adı da Gül Baba imiş. Gül Baba o ninenin anlattığına göre Hıdırellez zamanı, Hıdırellez’in olduğu gecede hareket edermiş, taşlarını koltuğunun altına alır, yanında sevenleri ile bir yere gidermiş. Bunu köylü bilirmiş ama köylü asla buna şahit olmazmış. Eğer bakarsa, taş olur, kör olurmuş. Nine çocukken görmek istediğini ve o günden sonra gözünün ışığının söndüğünü anlatırmış. O köyün kadınlarınca çocuklara anlatılırmış. Rahmetli eşim “ben de çok meraklı bir çocuktum, küçükken Hıdırellez’de bakardım ama şükür ki başıma bir iş gelmedi.” Derdi. Mezarlık alanına girmek, mezarlıkta akşam karanlığında bir şeyler görmek korkusu yetişkinlerin içinde de varmış. Onu da kullanıp herkese şaka yaparmış.

Şeref Uluocak: Tahtacılarda anlattığınız gibi ağaç,su,tabiat kültürü ile çok yakından ilişkili olarak dedelik kültürü var ve onlardan çekinmiyorlar, adaklar adıyorlar. Gelecek için ona dilek diliyorlar. Dedenin o durumundan uzak kalma fikri doğrudan o kültürün içindekiler tarafından algılanan bir şey mi yoksa kültürün içindeki bir bölüm dedeyi korurken diğerleri ona mesafe mi koymaya çalışıyorlar, araştırılabilir. Bana çok ilginç geldi.

Filiz Sanay: Eşimin soyu Karesi boylarından geliyor. Orta Asya kökenliler kendilerinin Yenice’ye geliş sebepleri de Kurtköy diye geçiyor köyün adı o bölgede kurt çok olduğu için yerli ağalar (Hamdibey köyünün ağaları) bu kurtlardan hayvanlarını korumak için Balıkesir’deki avcıları çağırıyorlar. Avı başı olan kişi obasını alıyor ve o köyün bulunduğu alanda kurtları yok ediyorlar. Hamdibey köyünün ağası “siz bize her zaman lazımsınız, yanımızda kalasınız.” Dediği için oraya yerleşiyorlar. Kendisinin anlattığına göre Hamdibeyliler ile hiçbir ortak yanları yok. Kız alıp vermiyorlar, evlilikleri kendi içinde, ataerkil yapılarını devam ettiriyorlar ama anne etkin bir toplum. Bu masalda nineden aktarılıyor. Ninenin hiç evleneme sebebi kör olması, kör olmasının sebebi de bir babaya yapması diye bir çıkarım yapıyorlar. Masalı kişiler kendilerine göre yorumlayabiliyor bu masalı o kadın da yazmış olabilir.

Cevat İnce: Basit bir okuma ile masala baktığımızda köyün çocuklarının mezarlığa gittiğinde başlarına ne geleceği anne babalarınca kestirilemediği için onları köy içinde kontrol altında tutmak amacıyla, olağanüstü bir varlıklar yarattığını düşüne biliriz.  Daha önce gerçekleştiğimiz masal buluşmalarında söz konusu olmuştu dere kenarındaki periler ve cinlerde bu amaca hizmet ettikleri. Masalların bir yandan da eğitim amaçlı kullanıldığını düşünürsek.

Elif Kanca: Toplumlarda geçiş ritüelleri vardır. Bahara ya da kışa geçiş vardır. Geçiş aynı zamanda yaşam ve ölüm sembolleri ile güçlendirilir. Mesela Antik Roma’da hala daha devam eden bir gelenek var. Yaşayanlar ile ölülerin dünyasını ayıran bir taş var. Bir geceliğine o taş kaldırılır ve ölüler dünyaya geri gelir. Burada da Hıdırellez’de ölüm tanrısı gelir muhtemelen, inanç sistemi içerisinde kutsaldan çıkarılmış ama hala varlığı devam ediyor. İnanç sisteminin devamı olarak düşünebiliriz.

Ömer Gözükızıl: Bir alanı korkutma amaçlı olarak ne kadar kullanırsanız onun kutsallığını değil ama yasağını çiğneme hakkını daha fazla kazanırsınız. Türkmenlerde mezarlıkta salıncakların kurulması, kurbanların kesilmesi, içeceklerin alınması, hayatın içine aldıkları için Türkmen mezarlıkları Sünni mezarlıklarından daha tekin diye düşünüyorum. Sünni mezarına laik otorite dokunduğu zaman Allah  onun belasını veriyor. Türkmen köylerinde yatıra dokunulduğuna dair anlatıları bu sıklıkla derlemedim.

Elif Kanca: Orada döngüsel bir durum var dolayısıyla orası ritüel alanına dönüşüyor.

Şeref Uluocak: Onların da daha farklı kutsallık düzenlemeleri var.

Ömer Gözükızıl: Buna benzer bir şey Ayvacık yörüklerinde görmüştüm. Yörük halkının yaşayış olarak Türkmen halkından daha laik olduğunu düşünürüm. Hayatı algılayışları, dine ya da din ile getirilenlere karşı tavırları biraz daha rahat olduğunu düşünürüm. Onlarda da mezarlık Sünni yerleşimlerdekiler kadar merkezi değil doğa ile iç içe bulunuyor. Geriye dönüşlere inanmasalar bile orayı korkulacak bir yer olarak Sünniler kadar görmediklerini düşünüyorum.

Elif Kanca: Bu insanların ilişkisinden de kaynaklanıyor. Mesela Karadeniz’de mezarlık yoktur, herkes tarlasının başına gömülür dolayısıyla ölüm ile yaşam çok iç içedir, reenkarnasyon inancına bağlı olarak bir etkileşim söz konusudur. Yezidilerde de mezar olmaması gerekir ama şu anda Yezidi köylerinde mezar var. Kendi inançlarına aykırı ama etkileşim halinde oldukları gruplar,  büyük oranda Avrupa’da olmalarının da etkisi nedeniyle abartılı mezarları var. Değişime ayak uyduruyorlar. Etraftakilerin ritüellerine uygun olarak dönüşüm geçiriyorlar.

Mehmet Türkoğlu: Geçenlerde Keşan’ın bir köyünde Kabak bayramı yaptılar. Kabak bayramında insanlar kendilerini boyuyorlar aynı cadılar bayramındaki gibi. Birbirlerine kabak ikram ediyorlar. Türkiye’nin değişik yerlerinden toplanıp gelmişler o köye böyle bir yerde birleşmişler. Benim çok ilgimi çekti. Masallarda 39 kuma, 40 cariye, 3 kız kardeş yer alıyor. Çanakkale yöresinde gerçek yaşamda kuma olayı çok yoktur. Eski dönemdeki cariyeler kumalar gibi algılanabilir çünkü günümüzde bizim buralarda olan bir şey değil. Dediğiniz gibi Yenice, Çan, Orta Asya gibi gelişler tek düze olan şeyler. Göç toplumları var oralarda. Orta Asya gelişlerinin ne kadarının belgelere dayandığını bilmiyorum. İnsanlar kendi köklerini bir yere dayandırabilir. Bir kök arayışı var. Bence o da padişah kültüne doğru giden bir çağrışım yapıyor. Padişahı tarafı daha ziyade Karabey’de vardır. Kurtlar köyü daha ziyade ormanın içerisindedir. Reşadiye köyü bambaşka bir kültüre sahiptir, dinsel anlayışlar çok geçerli değildir. Göç kültürü vardır, üretici insanlardır, metafizik bağları son derece zayıftır. Masallar meselesini çok önemsiyorum hatta torunumu da getirdim. Etkinliği çok doğru ve yerinde buluyorum. Korkular meselesine de değinmek istiyorum. Korkular masallar ile geçiyor. Kahramanlar süreci de birbiri ile çok ilintili bir süreç iken biz korkuları ürettik, kahramanları üretemedik.

Ömer Gözükızıl: Kabak mevzusuna değinmek istiyorum. Evli olduğum zamanlarda eşim Trakyalıydı, yılbaşında kabak olmazsa olmaz dediler. Kabak Avrupa’da belirli zamanlarda yenen bir yiyecek ama bakarsanız siz de köklerinizde böyle şeylere rastlayabilirsiniz. Benim baktığım yerden Türk olmak şöyle bir şey, Orta Asya’daki yazıtlarda da yazıyor “ ben şu ilin halkını Türk yaptım.” Diyor. Egemenliğin altına alınca Türkleşmiş sayıyor. Anadolu’da Türkleşmiştir. Köken aramaya kalkarsanız, birçok kişi kurguladığı kökenin içini doldurmakta çok zorlanır. İngiltere’de sadece İngilizlerden kurulan bir ülke değil.

Şeref Uluocak: Masallarda aslında gördüğümüz şey sembolizm. Farklı dinlere, inanış biçimlerine dahil olduğunu düşündüğümüz sembollerin bir araya geliş biçimlerinden oluşuyor. Kabaktan yola çıkarsak cadılar bayramında Amerika’daki Afrikalı kökenli bir ailenin bahçesindeki kabağı bizim bahsettiğimiz kabaktan ayırt edemeyiz. Belli semboller farklı kültürlerde, farklı biçimlerde zaman zaman farklı anlamlar yüklenerek geçerli olabiliyor. 

Kentler Anlatılınca Güzeldir sloganı ile çıktığımız bu yolculukta kentimizi anlatmaya ve paylaşmaya devam ediyoruz. Eylül ayından itibare...