27 Nisan 2018 Cuma

25 Nisan 2018 Çanakkale'de Derlenen Masallar VIII etkinlik çözümlemesi






25 Nisan 2018 Toplantı Çözümlemesi

Ezine-Köseler Köyü (1 Nisan 2001)
Erkek, 36, Köseler, ilkokul, evli, 2 çocuklu, çiftçilik ve hayvancılık

                (E şimdi) Eski, eski dönemde, bi evli bi çift varmış. Bu hanım çok aksimiş. Bu –gocası- bundan, aksiliğinden yılmış. Ne dese tersine yapıyomuş. Şundan gurtuluyum demiş yani en sonunda; rahat ediyim.
Adam şimdi: Goyunları sağma diyosa, gadın gidip sağıyomuş. Herhangi… Yani devamlı aksilik, tersine yapıyomuş işi.
                Bi bahçeleri varmış. Gitmiş, bahçeye guyu gazmış erkek. Gadına demiş: Ben uruya guyu gazdım. Gitme, düşersin. Aksi ya gadın; gitmiş guyuya. (Guyunun üstünü de örtmüştü biraz.) Düşmüş guyuya gadın.
Guyuda da, şeytan su içiyomuştu. (Kaynak kişi anlatının bu bölümünde derleyiciye gülümsemektedir. Bu gülümseme hem anlatının güldürü unsurundan kaynaklanmakta hem de derleyiciden yana teşvik edilme isteğinden kaynaklanmaktadır. Ö.G.) Şeytanın üstüne düşmüş. Gulaklarını tutmuş gadın; aksi gadın. Şeytanı tutmuş, bırakmıyomuş. Erkek adam –gocası- gelmiş, bakmış. Şeytan yalvarıyomuş gocasına: Beni diyomuş, gurtar bu gadından. Demiş: Gurtarmam. İşte şöyle olur, böyle… Seni zengin yapcam demiş. Burdan çıkınca, seni zengin yapıcam. Ondan sonra –zaten gadın aksimiş- e buna gocası demiş ki: Daha sıkı tut demiş. O zaman bırakmış. Şeytan çıkmış guyudan yukarı.
Çıkınca –tabi zengin yapcam didi ya. nası yapcak?- formül arıyo. Diyo... Gidİyo bi padişahın gızının garnına giriyo. Ben diyo, şu padişahın gızının garnına giricem. Gız hasta olcak, yatcak. Bunu kimse iyi edemiycek. En sonunda sen iyi edcen; gelicen. Ben diyo, doktorum, hocayım diycen. Ama en sonunda gelicen diyo. Padişah, seni zengin yapıcak.
Neyse padişahın gızı hasta oluyo. Bu gidiyo, garnına giriyo. Zaman geçiyo, geçiyo. Kimse bunu iyi yapamıyo. Ülkenin bütün şeylerini topluyolā; doktorlarını. (O zamanki zaman, doktor yok ya! Şeyleri –ne diyorlardı o eski devirde-…) Neyse işte onları topluyolar. Kimse bunu iyi yapamıyo. Gız, sonuçta ölücek.
                En sonunda bu, padişahın sarayının kenarlarına gidiyo. Ben diyo, işte: Hekimim, şöyleyim böyleyim, hocayım. Bi tanesi diyo -padişaha geliyo-: Padişahım diyo, böyle böyle bişey var; böyle diyo. Ya diyo, memleketin bütün hekimleri iyi idemedi. O kimmiş de iyi itcek? Ya bi denemekte zarar yok, yarar var. Bi getirin.
Neyse getiriyolā onu. (Zaten anlaşık bunlā. Ben gelem, sen çık dedi mi, şeytan çıkcakmış.) Sonuçta o, bu diyo: Ben geldim, sen çık diyo. Tamam. Hemen çıkıyo bu urdan. Gız iyi oluyo. Padişah bunu zengin yapıyo. Yalnız şeytan diyo: Ben diyo bi daha falan yere gidicem diyo mesela. Başka bi ülkenin gızının garnına girecem. Oraya gelme diyo. Bu: Tamam diyo. Anlaşıyo bunlā. Ondan sonra şeytan gidiyo.
                Öbür ülkenin –yabancı bi ülkenin- şey gıralının gızını garnına giriyo. Gene gız hasta. Sonuçta devamlı hasta hasta… Bütün kaç tane ülkeden geliyo; kimse iyi edemiyo. Diyolar: İşte padişahın gızını, falan yerde birisi iyi etmiş. Hemen diyolā: Gidin getirin! Gitmemek istiyo ama tabi direnemiyo. Götürüyolā bunu.
Ben gēdim diyo, sen çık! Ben sana, gēme demedim mi? diyo, gızın garnında. Öyle bi-iki gün uğraşıyo: Çıkmıyo.
                Bu sefer o da, bi kurnazlık düşünüyo. Gırala demiş: Bu ülkede ne gadā çalgı vāsa, sarayın etrafına topluycen hepsini. Ben demiş, pençereden işaret ittiğim zaman, başlıycek çalgılar çalmağa.
Bütün çalgıları topluyolā şeye, sarayın etrafına. Ondan sonra (öyle bi formül arıyo yani, ordan çıkarmak için) bu işaretini veriyo. Kimse yok odada; ikisi. Başlıyo çalgılar çalmağa. U zaman: Bu ne gürültü? diye soruyo şeytan. Ne olcak diyo: Guyuda senin gulaklarından tuttuğu aksi garı vardı ya, işte u geldi. Aman aretlik beni gurtar diyo. Ordan da çıkıyo o. Adam tekrar servete gavuşuyo.
                Bitiyo yani. Bu gadā biliyom ben de. O gadar anlatırlardı yaşlılā. 

Ömer Gözükızıl: Şeytan iki kez padişahın kızına hastalık olarak giriyor. Niye başka bir yerinde değil de karnında bir rahatsızlığa neden oluyor diye sorabiliriz. Genel kabulün dışında bir hamilelik olayı olabilir. Ondan kurtulması gerekiyor, olayın duyulmaması için böyle bir şey düşünülmüş gibi geliyor. Bu anlatı yanılmıyorsam Binbir Gece Masalları’nda da var. Kırıla kırıla bu haliyle bize kadar gelmiş.

Yusuf Çelik: Anlatı başlangıcında hane içinde gerçekleşen bir durum söz konusuyken sonrasında kralın kızına geçiliyor, bir kopukluk söz konusu değil mi?

Ömer Gözükızıl: Yazılı metinlerde de süreç genelde böyledir. Bazı bölümler anlatılarda yer değiştirir. Anlatı geleneği zayıflamışsa anlatıcı başka bir parçayı sunduğu anlatıya yamar. O da belli olur. Kopukluk durumu daha net olarak gözlemlenebilir. Burada şeytanın adama neden yardımcı olduğunu anlatacak bir başlangıca ihtiyaç var. Orada tekrar toplumsal konumlanışa geliyoruz ve bize bir kapı açıyor. Aksi erkek kuyuya düşmüyor, her söylenenin tersini yapan kadın yine tersine bir iş yaptığı için cezalandırılıyor. Aslında sonraki anlatıda kadının kirliliği ya da olumsuzluğu bir gönderme ile işin içine giriyor. “kadın çok aksidir, cezalandırılması gerekir”. Şeklinde bir gönderme var.  Farklı bir parça gibi gelse de her ikisi de genel kadın algısını destekleyicidir. Bir sebebe ihtiyacı var orada da erkeğin üstün olduğu anlayışa dayandırılarak sunuluyor.

Yusuf Çelik: Şeytan kuyudaki kadının karşısında güçsüz kalabilirken padişahın kızına karşı güçlü durumda.

Ömer Gözükızıl: Kadın kurulu işleyişe karşı, kocasının iktidarına da karşı bir durumu var, şeytan onunla da başa çıkamıyor. Her iki iktidar cinsine karşı koyan, direnen bir cinsten bahsediyoruz. Egemen erkek kafası bu anlatıda o karşı çıkışı olumsuz olarak algılıyor.  Bunu normal bir ortamda anlattığımızda kadınlar da erkekler de gülecektir, bunu değerlendirmeyecektir. O nedenle bu başlangıç çok da aykırı bir başlangıç diye düşünüyorum.

Macide Aksu: Anlatıda şeytan kızın karnından eğlence ile çıkıyor daha önceki haftalardaki anlatılarda şeytanın düğün gibi , eğlence gibi yerlerde toplandığını söylemiştiniz, bir ilgisi var mıdır?

Ömer Gözükızıl: Şeytanların kardeşliğine dair bir birlikteliği göstermek için eğlence yapılır ama burada daha farklı. Bu anlatının farklı varyantında asıl vurgu müziğe yapılmıyor orada asıl vurgu gürültüye yapılıyor. Başka bir yerdeki anlatıda o küçük anlatı bölümünde müzisyenlerin toplanması yok. Onda “okul var mı diye soruluyor.” Çocukları toplayıp getiriyor, gürültü yaptırtıyor. Burada daha etkin bir anlatıcı çalgı, çengiyi işin içine katıyor ama aslında yaptıkları etki gürültüdür.
Anlatılar üzerinden sürekli bulunan duruma bir vurgu vardır, var olan, kurulu olan anlayışı, kültürü belirli göndermelerle sağlamlaştırma işine hizmet eder.
Bir sonraki anlatıya geçelim, iki varyantını da okuyacağız orada da anlatıcının anlatıya nasıl etki ettiğini görebileceğiz.

Bayramiç- Sarıdüz Köyü (6 Mart 2001)
Erkek, 73, Sarıdüz, ilkokul mezunu, evli, iki çocuklu

                (Şimdi efendim) Bursa’da bi asker varmış, Bursa’da. Bu asker harpte esir düşmüş, esir düşmüş. Esir düşüyo. O da, gırala bunu hizmet eri vermişler gırala.
                Gıralın gızı buna vurulmuş. Bu asker de gözelmiş, çok gözelmiş. Eme Bursa’da okumuş zaten taha gitmeden, taha hocasında okumuştu; hocası varmıştı. Askere ordan –okumaktan- gitmiş; özel hocasından. Öyleyken(?) felan, gız demiş ki annesine: Ana, ben bu askere vuruldum. Sakın …... alma; baban seni vermez dese...
Böyle böyle derkene, gız hastalığa tutulmuş. Hastalığa tutulduktan sonra, şu askeri çağırın gelin bene demiş. Öleceğmişmiş. Askerler çağırıyorlar: Hanım seni çağartmış. Demişkine kız: Ben ölecem, sen …... bundan sonra, benim mezarımı takib et. Benim kıymatlı eşyalarımı goyucaklar. Altınım …... alacaklar. Sen ordan giderkene –memleketine giderkene- al bu eşyaları demiş.
Bundan sonra neyse hagget, mezarına gidiyo asker. Belliyo  mezarı; orda belliyo.
                Ordan esirlerin vakti gelmiş, mubadele yapmag vakti gelmiş. Bu ağşam demiş gidem, şu eşyaları alam. Bi de mezarı açıyoru: Bu daha hocası yatıp durur mezarda. Allah Allah! Şaşırmış kalmış adam. Hocam! (Bursa’dakı hocası; okumaya gittiği hani, gittiği hoca.) Kapatmış mezarı, dönmüş gelmiş.
Bundan sonra bi de geliyo ki bu… Hocaya varmış: Hocan öldü diyo ailesine, hocan öldü. Ulan ne oldu? Hocan öldü. Şunun mezarını, kabirini ziyaret edeyim; bi göster diyo hanımına. Gösteriyo mezarını. Ziyaret ediyo. Eh bu ondan sonra şey ediyo, mezarları ziyaret ediyo.
Tekrar gelmiş hanımına. Ya bu hoca mı be? demiş. Ondan sonra ne halın(?) hocam demiş. Ondan sonra …... hocam demiş …... yaptık mı? Şu su olmasa bi evde demiş, ya …... demiş. Neyse …... Bi de açmış bakmış: O gız orda yatıp duru., mezarlıkta; eşyasınlan barabar. Hoca… Orda görmüş hocayı. Eşyaları da almış.
D- Eyvallah, sağolasın. Bunu kimden duydun?
K.K.- Bunu da öğretmenin birinden duydum, lise öğretmenin birinden .

Ömer Gözükızıl: Anlaşılması zor bir anlatı ama diğer anlatıyı okuyunca daha iyi anlayacağız. Nedenleri de sunacak, çok yetkin bir anlatıcıydı. Çok iyi olduğunu bildiği için de beni çok zorladı. Fırsat bulabilseydik onun kendi oluşturduğu masalı da vardı. 1900’lerde geçen bir masaldı. Çok anlatı dinlediği için kendisi de anlatı oluşturabilecek kapasitede birisiydi. Maalesef onunla iki ya da üç kez çalışabildim. Bütün bildiklerini alamadık. Bazen de iyi anlatıcılar da şu sorunu yaşarsınız ki küçümsediği anlatıları sunmaz. Bazı anlatıları da küçümsediği anlatıları anlatmaktan kaçındığı için derleyemedik.

 Merkez İlçe-Çıplak Köyü (18 Eylül 2001)
Erkek, 78, Çıplak, okur-yazar, evli

                (Eskiden ‘arp… ‘ani Atatürk filen. Bütün dünya yani gâvurlq bastı ya Türkiye’yi; her tarafı. Zaptettiler İzmir’i, İstanbul’u; bilmem nereyi. Eski yani gayet eski.)

Ömer Gözükızıl: Dikkat ederseniz, anlatı çok daha eski bir zamanda geçecek ama kaynak kişi girişte bizi anlatıya hazırlıyor. Anlatıcının yorumu olabilir.

                ‘arbe giriyolar. Türk’ün biri, gâvurun –hani yani paşanın- eline esir düşüyo. Bu paşa, u Türk’ü ‘izmetçi olarak yani alıyo evine. (Bak dinle yani, bak!) (Kaynak kişi, derleyiciye seslenmektedir. Ö.G.) Fakat gayet yakışıklı bir müslümanmış. İsmi de: İbrahim.

Ömer Gözükızıl: Gördüğünüz gibi bu anlatıda isimlendirmeler var. Yusuf’ta esir düşmüştü, o da çok yakışıklıydı, ona da firavunun karısı aşık olmuştu. Küçük parçalar çağrıştırabilir. 

Çocuğun ismi İbrahim. Paşanın da bi kızı var. Nası biliyo musun? Sütte leke vā, onda yok. Kız, âşık olmuş İbrahim’e; Türk’e. Türk te âşık olmuş kıza ama birbirlerinin haberleri yok. Öyle sevip; gözlen, mözlen felan.
                Bi gün kız hastalanmış. Anlamış öleceğini kız. Buba diyo, şu bizim Türk İbrahim’i bi çağırsanız da, yanıma gelsin. Çağırıyim kızım diyo. (Çünkü evin içinde çalışıyo: Hizmetçi.) Kapatın kapıyı diyo. Ee İbrahim diyo kız. Ben sana âşık oldum; kavuşamadık. Sözümü dinle diyo. Sakkın dedi bi fasul[1] yapma. İbrahim diyo ki. Ben sana âşık oldum. Ne yapabilirim? Ben esir bir adamım. Sen, paşanın kızısın. Ne diyim ben yani. Ben de sana âşık oldum ama söz söylüyemem. Söylemeye gelmez. ‘Emmen bi sarılıyo. Ben, şu günde ölücem. (Günü de şe yapıyo.) İyi dinle diyo. Öldükten sonra diyo… Ölücem diyo ama fakat diyo, beni diyo mezarımda yani gömerkene, bir sandık altın, gümüş filan, ıvır-zıvır koyuyolar. Bizim âdetimiz böyle. Sen de… Felen tarihte esirleri koyveriyolā diyo. Ortalık yine düzeliyo. Sakkın dedi ihmal etme. Tamam diyo.
                Kız ölüyo aynı tarihte, aynı günde ölüyo. (Esir diğil ya çocuk. Yandan mandan geliyo: Mezarı takib ediyo. Nerde gömüldüğünü görüyo.)
                Aynı o gün gelmiş. Terhis olmuşlar, terhis olmuşlar. Çocuk kalmamış(?) yani esirinden. Diyo: Gidiyim diyo şu mezara. Şu gâvur kızını bi görüyim bakalım. Söylediği tamam mı? diyo.
                Bi de gidiyo Ömer Bey: Açıyo mezarı. Bu köyün –mesela oturduğu köyün- (yani hangi köyse?); Çıplak deyelim ‘ocası yatıyo gâvur kızın mezarında. ‘Ocası yatıyo. Vay Allah diyo, bu, bizim hoca yav; bizim köyün hocası. Nası olmuş bu iş? Kapatmış.
                Terhis olmuş, gelmiş. Fakirmiş çocuk. Annesi… Gelmiş. Gitmiş: Anne be diyo –daa oturmadan, girmeden daa, merdivenden yukarı- anne be diyo, köyümüzde ne oldu, ne bitti; ne var, ne yok? Diyo? Ölen mölen vā mı? (Yani öğrenecek istiyo.) Var oğlum diyo. Bir hafta oldu, ‘ocamız öldü diyo. Peki ‘oca diyo ne talkın veriyodu? Bizi diyo, Cuma günleri topluyodu diyo camide. Nasihat veriyodu diyo. Yalnız bi kelime konuşuyodu diyo. Bu Müslümanlıkta diyo, yıkanmak olmasa diyo, Müslümanlık tam iyi olur diyo. Bu lafı kullanırdı. Yıkanmak olmasa cünüpten, yıkanmak olmasa diyo, gayet …../….. diyo. Bunu kullanırdı diyo. Hee! ‘Ocanın mezarını biliyo musun anne?

Ömer Gözükızıl: Bir öncekinde neden olduğuna dair hiçbir ipucu yoktu. Bunda ipucunu verdi. Hoca bir şeyler anlatıyor ama bilinen dinin tersini savunan düşünceleri var.

Bilmem mi! Biliriz diyo. (Karılar Abi, eskiden gidiyolardı; bakma.)

Ömer Gözükızıl: :Anlatıcı bir anlatıcı içinde farklı göndermelerde bulunur. Bruada da mezara gitme geleneğinde şimdilerde mezardan uzak durulsa da o dönem için gidilebilir vurgusu var.

Gē bana gece(?) söyleyiver diyo hocanın mezarı.
                Bu mezar! Hadi anne, gidelim. Eve geliyolar. Annesi yatıyo. Alıyo kazma küreğe; dooğru mezara.
                Açıyo. Bi de bakıyo arkadaşım: Kız! ‘İç bi şey olmadı; yatıp duruyo mezarda. Sandık ta orda. Sandığı alıyo; evine götürüyo. (Annesinin haberi yok.) Gömüyo gene mezara. Zengin oluyo Abi, gayet zengin. Öyle şaka diğil.

Ömer Gözükızıl: Bazen iyi şeyler yapmış insanların cesetlerin bozulmadığına dair hikayeler anlatılır. Burada da kızın iyiliğine dair çok fazla bir şey vermedi ama cesetin bozulmadığına dair vurgu ile bunu hatırlatıyor.
                
Bi magaza açıyo. Fakire makire, hepsini dağıdıyo böyle parasını ondan sona, böyle. (Çok zengin.) Fakat bi şüphe kaldırıyo çocuk. Sabāle: Bismillahirahmanırahim! Mağazayı açıyo. Bi dilenci karı geliyo: Bi ‘ayırcık! Cebinde ne varsa, veriyo eline. ‘Er sabah erken, aynı karı geliyo. Aynı karı geliyo: Veriyo, gidiyo.
                Şimdi bunlar zengin olunca, annesi diyo ki: Oğlum diyo, bak biz zengin olduk. Ben gidiyim, bütün o akrabaları bi dolaşıyim. Ne dersin? Git anne diyo; serbestsin. Ne kadā akraba varsa, bak, gör. Fakirleri varsa: Al iki kese altın; ver ona, yardım et. Tamam oğlum diyo annesi, gidiyo.
                Gelelim şimdi oğlana. Oğlan gene sabahlē: Bismillahirahmanırahim; mağazayı açıyo. Dilenci karı gene geliyo. Gene veriyo ihtiyacını. İçinde: Ivır-zıvır yapıyo. Acıkmış. Demiş ki: Ben gidiyim, evde ne varsa, bi yiyim yav.
                Kimse yok. Bi de açıyo evi –kendi evini açıyo Abi-: Masa… yemekler yapılmış. Duman tütüyo yemeklerde Abi. Vay Allah! Kim girebilir benim eve yav? Soruyo komşulara. Yook diyo İbrahim Bey; kim giricek evine? Hay Allah! Bu nedir: İn mi, cin mi? filen. (kadın dönüyo.) Dur bakalım diyo.
                Sabālen gene açıyo mağzayı. Aynı dilenci karı geliyo. Gene veriyo. Dilenci karı kayboluyo. Hemen –on dakika, on beş dakika bi şey- hemen kapadıyo mağazayı. Doğru eve gidiyo. (Bakalım kim giriyo?)
                Bi de geliyo böyle Ömer Bey. Eskiden musluk… Bulaşıkları böyle borudan –yıkarke, bulaşıkları yıkarken- borudan aşşağa su iniyo böyle. Bi de bakıyo: Bi su dökülüyo. Bi de bakıyo: Sulan beraber, bir altın yüzük görüyo. Bi de bakıyo: Gâvur kızın altın yüssüğü!

Ömer Gözükızıl: Başka bir anlatıda bir bölüm olarak geçer. Çanakkale’de maymun, ağaç kütüğü, kaplumbağa gibi başka şekilde anlatıldığını biliyoruz. Onlarda evdeki düzeni sağlayan bir kılık değiştiren farklı bir canlı olarak gösterilir.

Hemmen içeri giriyo. Neyse adını çağarıyo: Mariya, Mariya! Neyse bi seda geliyo –kimse çıkmıyo-: Eey İbrahim diyo, sen üç gün yaşama. Üç gün sonra ölücen. Yalnız, şu çekmeceyi çek; oturduğun çekmeceyi. Çekiyo. Bu paraylan dedi, ‘ocanın mezarın yanından… Mezarı orda eşicen dedi. Bu paralā diyo, senin verdiğin paraydı diyo; bana veriyodun ya mağaza açarken. U para senin; ‘aram diğil. Bu paranın… Aynı ‘ocanın mezarı yanı başı –annene tembih et-; orda seni gömsünler. O zaman kavuşuruz.

Ömer Gözükızıl: Bir önceki ay geçmişti “sırrın çıkması öldürür.” Burada da aynı şey var.

Geliyo annesi, geliyo annesi. Eey anne diyo, ben yarın ölücem. Yalnız bi tembihim var sana diyo. Bunu yapman lazım diyo. Söyle evladım diyo; şaka yapma. Ölücem ben! ‘Ocanın mezarı biliyo musun? Biliyum. Yanı başında; mezarımı orda eşiniz. Orda gömünüz beni. Orda da bi oda yap. Bi bekçi tutucağnız. Bekçi bizi göz-kulak olsun. Hani tilkiler, köpekler filen eşmesin. Tamam evladım diyo.
Ertesi gün oluyo: Ölüyo. Aynı tembihleniyo, aynı yapıyo annesi. Bina yaptırıyo, her şey yaptırıyo. Tutan bekçi kaçıyo korkudan. Bırakıyo gidiyo. On kişi değiştiriyo kadın. Uee ağzına sıçtımını diyo. Ben gidicem kendim yav diyo annesi; kendim gidicem yav. Kapatıyo yani apartumanı, kapadıyo gidiyo.
O gün de cuma. Geliyo. İki tene ekmek alıyo. Şöyle bi dolap varmış. Dolaba ekmekleri koyuyo. Bi de bakıyo böyle mezara ….. Sağ tarafta mezar. Şöyle bi delik açılmış. Bi de dikkat çekmiş. Du bakayim diyo; oğlum ne oldu? Yani: Bi göreyim. Oğlumu bi görüyim bakalım: Ne oldu, ne gitti? Bi de bakıyo Ömer: Allaah! Bi bahçe ama ne diyim… U çiçekler, o envai çiçekler. Güzel bi kızlan kol kola, u çiçekten, u çiçekten kokuyolā. Onlā böyle geziyolar. Annesi diyo ki: Oğluum diyo, beni de alın oraya diyo. Çok güzelmiş orası. (Cenneti görüyo orda.) O konuşmaklan, delik kapanıyo. Simsiyah oluyo; hiç bi şey yok. Allaah diyo.
Bi de bakıyo: Aldığı ekmek, nası pamuk beyaz! O ekmek, pamuk gibi olmuş Abi. Aynı, pamuk haline dönmüş. Aldım ekmeğe ama, ne oldu bu ekmeğe? Felen diyo. Para alıyo; gidiyo fırıncıya. Atıyo para: Bana, iki tene ekmek! Oo teyze diyo, bu para, kırk senelik para. Bu, geçmez. Yapma be oğlanım! Geçmez diyo. Bak Ömer! Bir konuşmaklan, bir görmeklen, kırk sene zaman geçmiş Abi. (Aynısı bak şimdi.) Bak, bi konuşmaklan, bi görmeklen, kırk sene bi zaman geçmiş.
Gidiyo yeniden mezara. (E para geçerli diğil ki. Paralar batal oldu.) Ağlaya ağlaya… Allah, Cenab-ı Allah ta unun da ruhunu alıyo. Aynı çocuye kavuşuyo.
Ordan geldim de ben. Ben de gitcektim bekçilik yapmağa ama karı: Ben kendim yapacam! Söyledim: Ben fakir bi adamım dedim. Ben bekçilik yapıyim de, sen… O: Yok dedi. Kimseye güvenmem de, kendim giderim dedi. Bıraktım karıyı.
Ben de ordan geldim. Bi avuç para aldım orda ben. Al dedi sen yi! Nerde Abi? Her tarafa götürdüm. Para geçerli diğil. Kırk senelik para. Ben de, Allah’ın ….. kaldım. Fakirim. Birisi didi ki: Gel lan buraya dedi. Atıver onları. Al şu yani on bin lirayı. Git ekmek al; karnını doyur. Allah razı olsun. O adam verdi. On bin liraya, gittim karnımı doyurdum. Ben de ardan geldim. Bi daa gider miyim öyle bi yere, gidw miyim Abi? Bıraktım gitti. (Kaynak kişi, anlatıyı tamamlamanın mutluluğuyla gülüyor. Ö.G.)

D- Aga! Anlattığın masalları hep farklı farklı bitiriyorsun. Kendini de içine katıyorsun. Yaşlılar da öyle mi anlatırdı eskiden?
K- Aynı anlatırlardı yaşlılar., aynı… Kim anlatıyosa ihtiyarlardan, aynı anlatıyo. Ben de aynını anlatmam lazım.
D- Eski adamlar, masalları böyle mi bitirirlerdi?
K- Böyle bitirirler. Çünkü güzel anlatıyolardı. Ben de meraklıyım. E bağlantı: Tabi onlar nası anlatıyolarsa, ben de aynı anlatmam lazımdır.  

Ömer Gözükızıl: Anlatıcının araya başka anlatılardan malzemeler katması bazen anlatıcının iyiliği bakımından güzeldir ama anlatının saf, yalın bir şekilde dinlenmesinde sıkıntı çıkabilir. Ben bu anlatıda, kızın yaşlı kadın kılığında gelip, evin işlerini yapmasını görmedim. Anlatının bütünlüğü açısından da çok bir önemi olmasa da anlatıya değişik bölümlerde parçalar katıp kendince biçimlendirdi. İyi anlatıcılar bunu yaparlar. Derleme amacınız saf malzemeyi derlemek 
ise bu tip insanlarla çalışarak yanlış iş yaparsınız ama performansı derlemek ise o adamı bulmanız lazım.

Serkan Kallıoğulları: Toplumsal statü farkı nedeniyle mi ölümde kavuşma durumu var? Sanki iki üç masalı birbirine karıştırıp da anlatmış gibi geldi.

Ömer Gözükızıl: Asıl anlatı, oğlanın esir düşmesi, kızın aşık olması ve ölmesi, neden öldüğüne dair de bir açıklama yok. Belki de verilmek istenen “statüye uygun olmayan yönelişler sonuçsuz kalabilir, yapmayın.”


Yusuf Çelik: Hazineyi adama vererek bir şekilde borçlandırmış oluyor. Kadının hediyesinin karşısında ölüm olarak karşılık veriyor.

Ömer Gözükızıl: Çocuk, kızın memleketinde kalmış olsaydı kızın da hocanın mezarında olduğunu bilemeyecekti. “yanlış” ve “doğru” insanların yer değiştirmeleri gerektiğini anlayamamış olacaktık. Orada hocayı görecekti ama hocanın neden gavur memleketinde mezarda olduğuna dair bir ipucu olmayacaktı. Memleketine gittiğinde hocanın orada olmasına dair bir ipucu buldu. Diğer anlatıda da döndü aslında ama anlatıcı tam hatırlayamadığı için biz onu kavrayamadık.

8 aylık maratonumuzun son anlatısı olarak şeytani bir anlatı bulursak onunla kapatabiliriz.

İslam Bulut: Derleme yaparken cinsiyetler arasında zorlanmalar yaşadınız mı?

Ömer Gözükızıl: 1988 yılında mesleğe başladığımda zorlanıyordum ama sonra zorlanmamın nedeninin cinsiyetten kaynaklanmadığını, insanlarla aynı dili konuşmayı öğrenememekten kaynaklandığını anladım.Aslında kadınlar ile erkeklerden daha fazla çalışabilirsiniz çünkü kültürü kadınlar dışarıya fazla açılmadıkları için daha iyi muhafaza ediyorlar. Müstehcen anlatıları kadınlardan derlediğim de oldu. Bu kadar yıllık mesleki tecrübemin bana öğrettiği erkeklerin bildiği müstehcen anlatıları kadınlar bilir hatta daha fazlasını da bilme ihtimalleri vardır. Çanakkale’de mani derlerken farkında değildim ama manileri derleyip çalışmada yazmaya geçtiğimde şunu farkettim ki manileri derlediğim insanlardaki kendi yaşıtım kadınların azlığını o zaman görebildim. Benden küçük ya da büyük olanlarla çalışmışım ama yaşıtımdakiler benim karşıma çıkmakta çekimser kalmışlar ya da ben kendi yaşıtlarımın karşısına çıkmakta çekimser kalmışım. Cinsiyet yaşıtlarımla sorun oluşturmuş. Bilinçli olarak yapmadığımız bir sakınma durumu oluşmuş.


Gelibolu - Yüllüce Köyü (02.08.2001)
Kadın, Yüllüce, ilkokul, evli, üç çocuklu

K- Evvel tabi, evvel görünürmüş insanlara. Şimdi görünmüyo. Evvel... Bizim yaşlılarımız anlatıyodu: Falan yerde -yok- bicili tavuk gördüm. Yok işte bi delikanlı gördüm işte. Şimdi, yok üle bi şey. Kimseye görünmüyo.
                İşte evvel türbelerde görünüyolarmıj demek istiyom. Şimdi görünmüyo. Evvel... Şimdi, benim ninem anlatırdı: Toplamış çocuklarını. Komşuya istemişler. Gidiyolarmış oturmağa. Unun da çocukları varmış. Giderken, bi de baktım diyo, bi bicili tavuk diyo. Bicili tavukları, çocuklar da: Ay! Bici falan diyerekten tutmağa kalkmışlar. ‘İc bi tane bi şey kalmamış. Uçmuş gitmiş olduğu yerde. İşte: Şeytan demek istiyolar bunlar ama şimdi görünmüyo.
D- Bicili tavuk şeytan mıdır?
K- Şeytanmış güya.
D- Biraz önce: Delikanlı dedin.
K- Kimine tabi, kimine üyle görünüyomuş. Delikanlı şeklinde görünüyomuş ama bilinmiyo. Ya kimisi diyo mesela: Çok güzel, giyinik gördüm diyo mesela.
D- Nerde görmüş?
K- Ya bi kırda olsun, bi yerde görmüş ama yane anında kaybeldi diyo. Kimisi: Yok rüyasında görmüş diye, inanılmıyo yani şimdi.

**
Küçükmüş; üç yaşındamış. Annesi ‘amur açarkana, çocuğun tuvaleti geliyo. Git diyo tuvalete; git kendin kızım diyo. (Ne bilicek; üç yaşında çocuk!) Gidiyo dışarı -evin bahçesine-; gidiyo oraya, işiyo çocuk. Daha orda, eli ayağı kıvrılıyo. ‘Emen elleri ‘amurlu daha kadının. ‘Ocaya götürdüler; iyileştirdiler. Türbe var sizin evin önünde demiş. Unun üstüne işemiş demij.

Ömer Gözükızıl: Çanakkale’de gece vakti tavuğun yavruları ile dolaşması olağan dışı bir durum. Olağan dışı bir durum olduğu için de onu şeytan olarak değerlendiriyor.

İslam Bulut: Bicili tavuk Bayramiç yöresinde de de korku kaynağıdır. Genelde daha saldırgan olurlar.

Ömer Gözükızıl: Doğum yapmış, yanında civcivleri olan tavuk olağan dışılık için Çanakkale’de sık sık kullanılır.













    







26 Nisan 2018 Perşembe

25 Nisan 2018 haber metni



Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde “Çanakkale’de Derlenen Masallar” etkinlik serisinin sekizincisi gerçekleştirildi.

25 Nisan 2018 Çarşamba günü gerçekleştirilen etkinlikte derleyen ve kolaylaştırıcı Ömer Gözükızıl ile Çanakkale’de Derlenen anlatılar üzerinden yorumlar yapıldı. Bu ayki anlatıların geçen programdaki anlatıların paralelinde korkutma amaçlı olduğuna değinildi. Anlatılara anlatıcının etkisi üzerinden ilerleyen sohbette, iki farklı varyant üzerinden bu etkinin nasıl olabileceği konuşuldu. Anlatılarda geçen olayların kimi zaman derlendiği bölgede gerçekten yaşanmış olan olayları içerebildiğini, anlatıların bu olayları farklı bir şekilde sunduğunu dile getirdi. Masalların okunmasının ardından anlatıda kullanılan dilin üzerinde de duruldu. Anlatıcıya göre farklılık gösteren dil kullanımına değinen Ömer Gözükızıl derleme yapmak isteyenlerin sözcük derlemesi için sadece sohbet etmesinin bile yeterli olabileceğini, bir sohbette geçen sıradan bir sözcüğün bile farklı anlamlarda kullanıldığının görüleceği söylendi. Ömer Gözükızıl derlediği masalları kitaplaştırma projelerinden bahsetmesinin ardından Kent Müzesi’nde 1 sene boyunca gerçekleştirilen Çanakkale’de Derlenen Masallar etkinlik serisi sona erdi.

Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 2 Mayıs 2018 Çarşamba saat 18.00’da Çanakkale Arkeoloji Müzesi ortaklığında Prof. Dr. Vedat Keleş ile “Parion’da Yeni Gelişmeler” isimli arkeoloji sohbeti gerçekleştirilecektir.




24 Nisan 2018 Salı

11 Nisan 2018 "Eski Kent Fotoğrafları Okuma" etkinliği çözümlemesi


11 Nisan 2018 “Eski Kent Fotoğrafları Okuma” etkinliği toplantı çözümlemesi


Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğraf hastanenin sol tarafına dönerek çekilmiş bir fotoğraf olabilir. Fotoğrafta görünen bina da eski Salı pazarından aşağıya inerken diş kliniği olarak kullanılan binanın fotoğrafı.



Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğrafı Çanakkale’ye çok benzetiyoruz ama açıkçası bazı detaylar biraz kafa bulandırıyor.
Şahabettin Kalfa: Bu tip fotoğraflarda akıl yürütmek oldukça güç.
Ahmet Kolkoparan: Sol tarafı görmezsek İskele Meydanı’ndan Saat Kulesi’ne dönüş olarak düşünebiliriz. Sol tarafa olan yakınlığı, bu kadar dar olması o ihtimali çürütüyor.
Şahabettin Kalfa: Bir cami çıkışı olduğu kesin.
Şevket Ağan: Çanakkale fotoğrafı olduğu kesin mi?
Ahmet Kolkoparan: O kesin. Bazı fotoğraflarda yanılgılar oluyor ama bu fotoğraf Çanakkale fotoğrafıdır. Kapının yanında bir ilan panosu var, Osmanlıca Singer yazıyor.
Şahabettin Kalfa: Yalı Caddesi’nde bir Singer bayi vardı ama Osmanlı döneminde de orada mıydı bilemiyorum.
Şevket Ağan: Bina tarzı olarak dedelerimizin eski dükkanlarına benziyor. O yüzden Yalı Caddesi olarak düşündüm ama Yabancılar Oteli olması lazım onu göremedim.

Ahmet Kolkoparan: Bu bina hala daha ayakta olan bir bina. Şu anda Koruma Kurulu’nun olduğu binanın eski hali. İşgal döneminde İngilizlerin geri hizmette görevlendirdiği Hintli askerleri görüyoruz. Ordu Evi lokantası gibi bir amaçla kullanılmış. Bugünkü ÇOMÜ binası ise Subay Ordu Evi olarak kullanılmış.
Şahabettin Kalfa: Burası kentin en uzak noktalarından biriydi. Bu bina 18 Mart İlkokulu ile beraber yapılmış Hasan Rami döneminden kalma bir bina, onun köşkü olarak geçer. Bu binaların dört tarafları cumbalıdır. Bu da idari bina ya da misafirhane olarak kullanılmış olabilir. Burası eski Vali Konağı. Hasan Rami Paşa 1908’de Çanakkale’de Akdeniz Filo komutanlığından bahriye nazırlığına terfi ederek İstanbul’a gidiyor. Onun öncesinde 10 sene mecburi hizmet olarak burada kalıyorlar. 1908 senesinde buradan gidişi de görevi suiistimal suçlamaları neticesinde oluyor. 1908’de tutuklanıyor ve tutuklanınca da hatıralarını yazıyor. Hatıralarında gemilerini Çanakkale’ye nasıl getirdiğine dair bilgiler  veriyor. Bu bina, askeri hamam yani o bölge onun kontrolünde. 18 Mart İlkokulu da hastane olarak kullanılıyor. 1938 senesinde hastane yapıldıktan sonra okul oluyor. O bölgede ilkokul olarak Muhtelif Mevki Müstahkem Numune Mektebi var. O da şu anda Özel İdare Lojmanın olduğu noktaya denk düşüyor. Kendini akladıktan sonra buraya geliyor ve bütün yerleri özel idareye bırakıyor. Bu binanın dediğiniz amaçla kullanılması söz konusu değildir.


Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğrafa baktığımız zaman Saat Kulesi ve ÇOMÜ binası haricinde hiçbir bina günümüze ulaşmamış. Fotoğrafı önemli kılan özelliklerden bir tanesi de tam fotoğrafın sol tarafındaki yer Alman Sokağı’nın girişine tekabül ediyor. Üçgen çatılı ikiz binaların olduğu yerde bugün Piri Reis Müzesi olarak kullanılan Sahil Sıhhiye Binası’nı görüyoruz.
Şahabettin Kalfa: 1930’lu yıllara kadar o sahilde denize giriliyordu. Bugün Belediye Sosyal Tesisleri olarak kullanılan binanın önünden denize girildiği söyleniyor. Sokağın olduğu yer uzun binaların olduğu yer olmalı.
Ahmet Kolkoparan: Bunu şu bilgiye dayanarak söyledim ki fotoğrafın Calvert konağının olduğu taraftan çekilmiş hallerinde sokak orada gözüküyor. Aynı kartpostalın 1903 tarihlisi de var. Saat Kulesi 1912 öncesine ait görüntüsüdür.
Şahabettin Kalfa: Onun hemen önündeki bina Hükümet binasıdır. İskele yoktu o zamanlar hepsi denize sıfırdı. Beyaz binalar benim bildiğim kadarıyla un fabrikası olarak kullanılıyordu. Orada da bir iskele var.
Şevket Ağan: Hemen yanındaki sıra binalar nedir?
Şahabettin Kalfa: Maalesef orası olduğu gibi yıkılıp hükümet binası olarak kullanılan bir yerdir. Valiliğin yanındaki binalar, hükümet binası yapılmadan orada iki katlı bina vardı. Beden Terbiyesinin durduğu binaydı, 1936 sonrasında Çanakkale Belediyesi’ne de hizmet vermiştir. Kalenin yanındaki belediye binası 1936 yılı ile beraber askeriyeye devredilince o alan Merkez Komutanlığı binası olarak işlevlendirildi ve belediye buradaki binaya geldi.
Şahabettin Kalfa: Yan yana aynı tip iki binanın önündeki denizin içinde gibi gözüken binanın ne olduğunu çözemedim.
Ahmet Kolkoparan: Kıyaslamak için bir fotoğrafla beraber değerlendirelim.


 Şahabettin Kalfa: 1700’lü yıllardan itibaren burada sahil sıhhiye hizmetleri başlıyor ama binanın yapılışı Mr. Whittall zamanında gerçekleşiyor burası onun köşkü. 

Ahmet Kolkoparan: Buradaki binanın arkasının göründüğü fotoğraf bu fotoğraftır. Bu fotoğraf Samsun fotoğrafı olarak paylaşılsa da üzerinde yazdığı gibi tam olarak Çanakkale fotoğrafıdır.
 Şahabettin Kalfa: Bu fotoğraf ilginç çünkü bu fotoğraf genel fotoğrafların aksine deniz tarafından çekilmiş bir fotoğraf. Yan taraftaki alan Belediye sineması olarak geçen yer, diğer bina da bugünkü Truva Oteli’nin olduğu yerde kırmızı mağaza var. Ben hayal meyal hatırlıyorum. Ordu Evi’nin yapılışı 1940’lı yıllardır. Dönemin Kolordu Komutanı Baki Vandemir Paşa tarafından Calvert konağının taşları ile yaptırtılmış. Bu bilgileri İzzet Melih Dilmaç’tan aldım. 1934-1935’li yıllarda Halk Bahçesi kamulaştırılıyor. Dönemin belediye başkanı Mustafa Demircioğlu, kamulaştırma için eve gidip para alıp gelen de Tahir Güven’dir. Calvert ailesine para verilip kamulaştırma gerçekleştiriliyor. 

Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğrafın az önce gösterdiğimiz tütün mevzusunun geçtiği bölgeye ait olduğunu düşünüyorum. İnönü Caddesi doğrultusunda çekilmiş bir fotoğraf.
Şahabettin Kalfa: Necip Paşa,1885 yılında İstanbul’a gidip Fatih Vakfiyesi’nden yeri satın alıyor. Ondan sonra aldığı araziyi ikiye böldürüp ön tarafını karısının üstüne arka tarafını kendisinin üstüne yaptırıyor.  Ev, onun üzerine yaptırılıyor. O sırada kızı rahatsızlanıyor. Kızı vefat edince Kilitbahir’e defnediliyor. Necip Paşa da ardından üzüntüden dolayı vefat ediyor ve vefat etmeden önce karısına kendisi adına cami yapılmasını vasiyet ediyor. 1902’de cami yapımının bitmesinin ardından sonraki süreçte yalnız kalan kadın bunalıma giriyor ve konağı Madam Hettie’ye satıp kentten ayrılıyor.

 Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğraf Cumhuriyet Ortaokulu’nun hemen ön tarafından çekilmiş. Soldaki boşluktan hemen arka tarafta İstiklal İlkokulu başlıyor.
Şahabettin Kalfa: Fotoğrafın tarihini 1933 olarak tahmin ediyorum.



 Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğrafı bana bir iş arkadaşım verdi. 1955 ya da 1956 tarihli olması gerekiyor. Burası Zübeyde Hanım Sokak. İleride gözüken cami Necip Paşa camisinin eski hali. Arkadaşımın babası öğretmen mektebinde okuduğu sırada bu fotoğrafı çekiyor. 

Ahmet Kolkoparan: Bu da yine aynı döneme ait, Öğretmen Evinin arka bahçesini gösteren bir fotoğraf. 

Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğrafta Fatih Camisini ve sağ tarafında haziresini görüyoruz.  Bu fotoğrafın çeşitli versiyonlarını paylaştığımda bir hataya düşmüştüm. Bu fotoğrafları Nedime Hanım Mektebi’nin yan tarafında aynı adı taşıyan sokağın bitişiğinden çekildiğini düşünüyordum ama Dizdar Cami aklıma gelmemişti. Detaylı inceleme sonucunda bu fotoğrafların Dizdar Cami minaresinden çekildiğine kanaat getirdim.

 Ahmet Kolkoparan: Bu fotoğrafta Astsubay Orduevi yeni inşa ediliyor, 1955 yılıdır. Bazı kaynaklarda Necip Paşa Camisi 1953 depreminde yıkıldı diye geçer. Fotoğrafta minare ayakta hatta 1965 yılında cami yapıldıktan sonra bir süre minare devam ediyor. 1970’li yılların ortalarında Necip Paşa camisinin bugünkü yerine minare yapılıyor.
Şahabettin Kalfa: Tamamen yıkılmadı, çatlamalar oldu. O dönemde depremler sürekli olduğu için çatlamalar neticesinde içerisine girilmedi. Ben ortaokuldayken de deprem olmuştu. Sınıftaydık, Matematik öğretmenimiz Tevfik Bey vardı, sıranın üzerinde uyuyordu. Biran da “kürsüyü kim salladı,” diye yerinden sıçradı. Sınıfa bağırdı, biz hepimiz dışarı kaçtık. Ben merdivenlerin yan tarafındaki camdan aşağıya sarkarken düştüm ve kolumu kırdım. O nedenle sürekli deprem olduğu için caminin içine girmek risktir.
Caminin yan tarafında bir tane bina var. O bina hala ayaktadır. Hasan Rahmi Paşa döneminde yapılmış bir binadır.
Ahmet Kolkoparan: Denizde de Ayvalık ve Derince gemilerini görüyoruz.  

Ahmet Kolkoparan: İşte meşhur Dizdar Camisini görüyoruz. Nedime Hanım Mektebi, Rum Kilisesi de gözüküyor.
Şahabettin Kalfa: Tam olarak Askerlik Şubesi'nin yerini görüyoruz.
Ahmet Kolkoparan: Muhtemelen savaşın hemen sonrasındaki dönemlerden kalma bir fotoğraf. Dizdar Camisi savaşta pek fazla zarar görmemiş. 

19 Nisan 2018 Perşembe

18 Nisan 2018 Haber



Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde Kent Üzerine Tartışmalar serisinin sekizincisi gerçekleştirildi.


18 Nisan 2018 tarihinde Müze Toplantı Salonu’nda ÇOMÜ Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü ortaklığında Yusuf Kartal ile “Çanakkale Tarihi Alan Başkanlığı’ndaki Restorasyon Yaklaşımları ve Uygulamaları” isimli sohbet gerçekleştirildi. Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın gerçekleştirdiği çalışmalardan biri olan Kilitbahir Kalesi restorasyon çalışmaları anlatıldı. Yusuf Kartal sunumuna Gelibolu’nun Çanakkale özelinde ve Türkiye genelindeki önemine değinerek başlarken mimarlık tarihi uzmanı olarak 2015 yılından beri Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nda görev yaptığını dile getirdi. Restorasyon projelerinin yanı sıra başlatmayı planladıkları diğer uygulamalardan da bahsetti. Kilitbahir Kalesi’nde daha önce yapılan restorasyon projesinden sonraki görüntülerinin üzerinden restorasyon sürecinde unutulan noktaların ve sorunların giderilmesine yönelik faaliyetleri fotoğraflar üzerinden paylaştı. Kilitbahir Kalesi projesinin başlangıcında ÇATAB olarak danışmanlık aldıklarını, projeler gerçekleştirilirken katılımcı süreçlere önem verildiğine değindi. Osmanlı arşivlerinde gerçekleştirilen araştırmalarla kaleye ilişkin çok sayıda bilgiye ulaşabildiklerini ve bu bilgilerin ileride kitaplaştırılarak paylaşılacağını dile getirdi. Gravürler ve görsel belgeler üzerinden Kilitbahir Kalesi’nin görünüşüne dair tarihi bilgileri paylaştı. Gerçekleştirdikleri restorasyon çalışmaları sonucunda yeni görünümüne kavuşan Kilitbahir Kalesi’nin görüntülerini paylaşırken Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde ileriki tarihlerde gerçekleştirdikleri diğer restorasyon projelerine dair bilgileri de paylaşacaklarını belirtti. Sohbet, Yusuf Kartal’a ve kent üzerine tartışmalar serisinin kolaylaştırıcısı Doç. Dr. Arzu Başaran Uysal’a teşekkürlerin ardından sona erdi.

Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 25 Nisan 2018 Çarşamba saat 18.00’da derleyen ve kolaylaştırıcı Ömer Gözükızıl İle “Çanakkale’de Derlenen Masallar VIII” etkinliği gerçekleştirilecektir.









12 Nisan 2018 Perşembe

11 Nisan 2018 Eski Kent Fotoğrafları Okuma VII haber




Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 11 Nisan 2018 Çarşamba akşam saat 18:00’da 18 Ekim 2017’den beri her ay yapılan “Eski Kent Fotoğrafları Okuma” serisinin sonuncusu gerçekleştirildi.

Ahmet Kolkoparan kolaylaştırıcılığında gerçekleştirilen etkinlikte bu ay kentin muhtelif yerlerinden ve farklı tarihlerden seçilmiş fotoğrafların okumaları yapıldı. Hastane Bayırı, Asaf Paşa Caddesi gibi yerlerden alınmış fotoğrafların karşılaştırılmalı olarak incelendiği etkinlikte aynı zamanda kentin denizden görünümünün yer aldığı 19. Ve 20. yüzyıllara ait fotoğraflar incelenerek dönemin mimari yapıları saptandı ve bölgedeki binaların bugünkü işlevleri belirtildi. 1. Dünya Savaşı sonrası bir enkaz halinde olan Çanakkale’nin havadan çekilmiş fotoğraflarında artık yaşamayan Rum Ortodoks Kilisesi gibi yapılara işaret edilerek kentin kültürel gelişimi ve değişimi aydınlatıldı. Konukların katılımı ile şekillenen etkinlikte özellikle savaş sonrası ve işgal dönemine ait verilen tarihi anekdotlar dönemlerin aydınlatılmasına ve kesin tarihi bilinmeyen fotoğrafların daha iyi okunmasına yardımcı oldu. Eylül’deki yeni sezonda da devam etmesi beklenen “Eski Kent Fotoğrafları Okuma” etkinliğinin çözümlenmiş metninin blog sayfası üzerinden önümüzdeki günlerde paylaşılacağı duyurusu ile sohbet sona erdi.

Çanakkale Kent Müzesi ve Arşivi’nde 18 Nisan 2018 Çarşamba saat 18.00’da konuşmacı Yusuf Kartal ile “Çanakkale Tarihi Alan Başkanlığı’ndaki Restorasyon Yaklaşımları ve Uygulamaları” başlıklı Kent Üzerine Tartışmalar serisinin VIII. etkinliği gerçekleştirilecek.






11 Nisan 2018 Çarşamba

28 Mart 2018 Çanakkale'de Derlenen Masallar VII Toplantı Çözümlemesi




28 Mart 2018 Ömer Gözükızıl Çanakkale’de Derlenen Masallar VII Toplantı Çözümlemesi

Ömer Gözükızıl: Bugün elimizde bolca anlatı var. Masala dair olan korku anlatıları ya da yatırlar üzerine olan anlatıları dahil etmedik. Aslında bazı anlatılarda motif örtüşmeleri var. Onların da kendi içlerinde birbirine yakın örtüşmeleri var fakat o konu ayrı incelenmesi gereken bir konu. Menkıbe dediğimiz konu inanca dair anlatıların en güncel olanları, edebi yaratma konusundaki en son anlatımlardır. Mitlerden başlayıp menkıbelere ineriz ama ben bunun çok da öyle olduğunu düşünmüyorum. Benim görüşüme göre ortada motifler var, motiflere dayalı anlatılar şekil alıp şekil değiştiriyor ve aldığı şekle göre adlandırılıyor. Asıl olan parçacıklar var ve o parçacıklar hep değişiyor. İnsana mayo da smokin de ya da palto da giydirebiliriz ama bunun başlangıcında insan var. Üstüne giydirilen malzemeler ile farklılaşıyor. Bugünkü konumuzu seçerken bu anlatıların en büyük ortak noktası bir iki tanesinde tam olarak verilmese de geceye dair anlatılardır. Menkıbelerde genelde gece anlatısı yoktur, gündüz de gerçekleşebilir. Bunların saati ise akşam ezanından sonra sabah horozlar ötene kadar olan aralıkta gerçekleşir. Eceabat Behramlı’da birkaç anlatı ikilidir yani bir dede ve bir torun ya da bir anne bir çocuktan derlediğim anlatılardır. Orada kahraman adlandırmasında çocuğun anlatımında deve olarak geçerken yaşlının anlatımında cin ya da şeytan olarak adlandırılır. Kahramanlar arasında da bir geçişkenlik söz konusu. Cin şudur diye geçmişte belki çok net sınırlar çizebilirdik ama bugünkü anlatılarda bunların hepsinin birbirinin içine geçtiğini görüyoruz. Anlatıcının kendi meşrebine göre adlandırılmışlardır.

Eceabat- Kocadere Köyü (10.04.2001)
Kadın, 61, Eceabat-Bigalı Köyü, ilkokul ikinci sınıf, dul, yedi çocuklu

Evel zaman içinde, kalbur saman içinde, iki arkadaş kahvede konuşuyolāmış. Bu akşam demişlē, ava gidelim demişlē. Olur demiş u da. O akşamı yatıyolā.
                Sabah horoz ötmeden, sesleniyolā buna, arkadaş sesinle. (Seslenirse, şeytan sesleniyomuş.) U da -arkadaşım deye- iniyo aşağa. (İki katlımış evleri. Yanında kuyu varmış.) Kuyunun yanına atlıyo adam, ikinci kattan. Kuyuya düşmüyor; yanına atlıyo.
                Gidiyo on adım ilerden. Adam da geride on adım. Yetişeyim diye, hep arkasından koşuyo. Şeytan koşuyo, o koşuyo; şeytan koşuya... Bi çalılığın içine, şeytan bunu sokuyo.
                Orda da bi düğün, bi dernekmiş ama... (Şeytanların düğünü vāmış.) Gidiyo, oturuyo adam. Bi gevenin üstüne oturtuyolar adamı, sandalye deye. Hepsi oynuyolarmış. Adam fark etmiş: Ayakları gerimiş şeytanların hep. Demiş: Eyvah demiş; şeytanların içine düştük. Çarpmasalar bali beni demiş.
                E bi atıyolāmış soğan kabukları. (Ağşam ezanında, sarımsak - soğan kabığı atılmaz dışarı.) Unlar, şeytanların paralarımış. Gelinin üstünden savuruyolāmış.
                Undan sonra bakmış: Gelinin arkasında, kadının bindallısı var. Benim demiş gelin       -kadın- demiş, besmelesiz koymuş sandıye bunu. Biraz yakayim sıgaralığı demiş. Sağ tarafına, biraz sıgarayı deydiriyo. Yanıyo bindallı.
                Neyse u orda ezan, şey... Yukardan bağırıyor böyük şeytan. Diyo ki: Tamam oldu vakit diyo. (Horoz ötmeye başlayo.) Vakit tamam, vakit tamam diyo. O anda, adam orda uyuya kalıyo. Uyuyunca kadar... Bi bakıyo: Sabah ezanı okunuyo. Çıkamıyo çalılıktan. Acık aydınlanıyor. Yol buluyo; geliyo eve.
                Tak tak kapıyı vuruyo. Diyo ku: Hanım, hanım diyo; kak diyo. Kapıyı aç diyo. U da diyo ku: Aa diyo, sen diyo içerde değil midin? diyo. Ben diyo, bi uyudum; bi yere gittim diyo. Sen de diyo, aç kapıyı da, bak sana ne anlatıcem diyo. Açıyo kapıyı.
                Ondan sonra diyo ki: Bak bakalım senin bindallıya. Besmelesiz koydun sandıya diyo. Bi de bakıyo: Sağ tarafından, kuş gözü gibi yanık. Bak diyo, besmelesiz koyduğun için diyo, dallıyı ben yaktım diyo. Şeytanlā beni aldı, götürdü diyo. Arkadaşımlan, ava deye çıktım diyo. Ben, onu şeytan anlayamadım diyo. Götürdü şeytanların içine beni diyo. Orda düğünlerinde diyo oynarkan diyo, gördüm gelinin dallıyı arkasında. Yaktım diyo.
                Undan sonra işte, kadın da u öyle görünce kadar: Şaşmış. Ondan sonra, hep besmeleylen koymuş.
                Unlā çıkalım kerevidi midi, ne? Unutuveriyom orasını da. (Kaynak kişinin bu değerlendirmesi sonucunda, ortamda bulunanlar gülüşmektedir. Ö.G.) Unlā ermiş muradına, biz çıkalım keremidine.

Ömer Gözükızıl: Diğer anlatılarda da göreceğiz şeytan, cin, peri, kılık değiştirebiliyor, ses değiştirebiliyor. Dikkat ettiyseniz çok anlamlı değildi. Orada kuyunun olması anlatısı açısından olmasa da olur bir şey değil. Kuyunun yanına düşeceğine ağacın yanına düşebilirdi. Su var orada. Su, diğer anlatılarda da karşımıza çıkacak. Şeytanın şeytan olduğunu ayaklarının ters olmasına bakarak anlıyor yani o unsurların anatomisine dair bir gönderme yapıyor. Geceleyin tırnak kesmemek, soğan kabuğu atılmaz, kül dökülmez, damızlık verilmez gibi inançlara da burada yer veriyor. Şeytanlar arasında çok sık karşımıza çıkmasa da diğer anlatılarda gördüğümüz gibi ast üst ilişkisi var. İslam’dan önceki zamana ait olsaydı büyük ihtimal besmele yerine başka bir şey olacaktı. Fakat bu anlatılarda besmele karşımıza çıkıyor bu etkiden kurtulabilmek için bir silah olarak kullanılmıştır. Yabancılarda daha farklı, güce, karşı koymaya yönelik etkinlikler ortaya çıkabiliyor. Bizde mezarlıktaki cinin ortadan kaldırılması ile ilgili bir iki yansımasını göreceğiz ama Latin Amerika’daki vahşi ortadan kaldırma yöntemlerinden birisi değil. Doğu halkların kültüründe onlarla kırıcı bir mücadele söz konusu değil. Bir besmele ile şeytanın bize vereceği zararlardan kurtulabiliyoruz.
Burada neden kadın hata yapıyor?
Elif Kanca: Çünkü evdeki işi yapan o. Mutfak ile ilgili bir iş söz konusu ve o işleri yapan kişi de kadındır. 
Ömer Gözükızıl: Adem’i yoldan çıkartırken Havva kapalı bir ortamda mıydı?
Elif Kanca: Cennet kapalı bir ortam. Bu anlatılarda genel olarak iktisadi faaliyetler ve iş bölümü ile ilgili durumlar var. İki arkadaşın ava çıkması dışındaki her şey köy içindeki faaliyetlerdeki aksama noktalarında sıkıntılar çıkıyor. Şeytanların yattığı yer nasıl tanımlanıyor tarımın yapılmadığı, insan elinin değmediği yabanileşmiş bir nokta dolayısıyla iş bölümüne ilgili faaliyete karşı geliştirilmiş bir durum var. Kuyunun da önemsiz bir ayrıntı olduğunu düşünmüyorum.
Yusuf Çelik: Kuyuların içine şeytanların saklandığına dair inanış vardır. Kuyudan su çekerken besmele ile su çekilir.
Elif Kanca: Yine iktisadi iş bölümü faaliyetlerine dönüyorum aynı şekilde devam ediyor. Eğer oradaki bir kuralı aksatırsan mesela besmele anahtar noktası, onu devreden çıkartırsan sorun başlıyor. Soğan sarımsak artığının atılmamasının bile nedeni bu, çöpün de başka bir anlamı var. Tarımsal ekonomi, iktisadi faaliyetin kendisine göndermeler yapılıyor.
Yusuf Çelik: Hane içerisinde kadının yaptığı şeyin cezasını neden erkek çekiyor?
Elif Kanca: Erkek bir ceza çekmiyor.
Ömer Gözükızıl: Şeytanlar düğünleri genelde çalılık alanlarda, su kenarlarında falan yapıyorlar. Şimdi ikinci anlatıya geçebiliriz.

Eceabat - Alçıtepe Köyü (12.04.2001)
Erkek, 73, Romanya-Silistre-Tutrakan-Çanakçılar Köyü, ilkokul, dul, beş çocuklu

Korkutma için vardır öyle; söylerler. İşte: Filan derede, şeytan çıkarmış. Bilmem tavuk çıkarmış; yahut horoz çıkarmış falan diye, böyle şeyler duyardık ama aslı astarı yani...

Eceabat - Behramlı Köyü (15.04.2001)
Kadın, 45, İzmir, okur, evli

Bi gelin, kaynanasından çok korkuyomuş. Bi gün, kaynanası yokken yumurta kaynatmış. Yiyim demiş. Tam ağzına götürürken, kaynana giriyo içeri. Gelin de onu, bütün yutayım demiş. Boğazında kalıyo. Gelin, o anda ölüyo. Yıkamışlar, paklamışlar.
Gelinin de böbeği varmış. Gelini gömmüşler. Yımırta eriyince, gelin canlanmış mezarda. Can kurtaran yok mu? Can kurtaran yok mu?
O zaman da, bezirganlar geziyomuş böle. Mezarlığın kenarından geçiyomuş: Biri sağar, biri kör. (Öyle mi Enişte?) Sağar, duyuyo sesi. Öteki arkadaşına... Gidiyolar işte iki arkadaş: Gelini mezardan çıkarıyolar.
Demiş: Sen ne zaman öldün? Valla ben, bugün öldüm heralde. Gömülmüşüm ama dirildim. Sebebi ne? Kaynanamdan korkuya, yumurtayı yuttum. Boğazımda kaldı.
Gidiyolar gelinin evine. (Böyle, porta kapılar falan.) Bezirgan girmiş içeri. Böbeği ağlıyomuş. (Salıncak kurmuşlar; sallıyolar.) Demişler: Bu bebeğin annesi çıksa N’aparsın? Varımı yoğumu veririm; malımı mülkümü demiş. (Kaynataya diyolar.) Kaynata da: Varımı yoğumu veririm demiş. Demişler: Biz, gelinini getirdik. Getirin bakalım içeri. Geliyo.
Tabii geline öte beri, çamaşır veriyolar. Giyiniyo, geliyo. Demişler: Eğer bu, cadı falan olduysa: Ciğer! Gidiyolar, kasaptan ciğer alıyolar. (Öyle diyelim.)
Gelin ciğerleri kavuruyo; güzelce pişiriyo. Bezirganların önüne sofra koyuyo. Alıyo bebeğini; emziriyo. Bakıyolar: Bunda, hani cadıya benzer bir hâl yok.

D- Cadılar ciğer yemez mi?
K- Ciğer yermiş çiğ çiğ; et. Cadıya benzer bi hali yok diyolar bunun. (Sonra Enişte?)
X1- Kırk gün yaşamıştı.
X2- Kırk gün izin vermişler una.
K- U, mezara girip çıktığı anda, ödü patlamış zaten. Kırk gün yaşamış[1].

Ömer Gözükızıl: Bir benzeş daha var isterseniz üzerine onu da okuyalım bu kadının anlatısıydı birazdan kaynatasının anlatısına geçeceğiz. Bununla ilgili küçük bir şey söylemek istiyorum genelde eğlenceli masallarda yer alan hiç kimsenin duymayıp sağırın duyması motifi buraya nasıl girdi onu çıkartamadım. Kaynata tarafından anlatılan diğer anlatıya geçelim.

[2]Bi yımırta yiyo. Boğazında kalıyo. Kaynanasından korkuyo; ölüyo bu. Gömüyolā bunu. Bi de çocuğu varmış küçük; memede.
                Gece yarısı, iki kiş geliyo; atlı. (Basma satmaktan; katırla.) Tam küyün altına gelince   -böyle köyden yukarı çıkarka-: Can kurtaran yok mu? diye bağarırmış. Sağarmış: Arkadaş diyeri, biri bağarıyo. İyi dur. Ya ben diyo duymuyorum; kulaklarım duymuyo. Sen sağarsın: Nası duydun bunu? Yav dur biraz diyo. Yine yürüyolar falan. Dinle bak diyo. Bi de dinleyö: Tamam. Bağırıyo. Dur, dur; bağıraye(?). (Bilmiyolar mezarlıkta olduğunu.) Unu bağaran yerine iniyolar.
                Bi giriyole mezarlığın içine. (Kar var zaten yerde; kar yağmış.) İyi dinle bakalım diyo. Yine bi bağarıyo. Tamam diyo, burda. Yürü! Gidiyolar; atı bağlıyorlar. Başlıyolar mezarı kazmağa. Açıyolar. Açıldıktan sonra diyo: Nasılsın? Amcalar, dayılar! Çıkarın beni. Anamdan doğduğum gibiyim. Hade arkadaş diyo. Açıyolar temelli. Kefinini diyo, burda bırak. Benim gocuğumu giy. (Eski gocuklar vardır; eskiden.) O gocuğu atıyo oraya.
                Bu, zamanında -bu kadın- iplik işlermiş. İplik işlediğinden sonra, ‘ep arttırırmış iplikleri. (Çalarmış yani.) Bacaklarına bağlanmış; çıkmazmış. Bacaklarım bağlı demiş; kalkamıyom. Girdiyo arkadaş içeri. Argadaş iniyo aşşağaya. Kesiyo unu. (Urgan olmuş yani iplikler.) U zaman boşalıyo.
                Giydiriyolar ona gocuğu. Pindiriyolar atın üstüne: Hadi yürü bakalım. Bubanın evlerini bilir misin? diyo. Bilirim diyo. En önde gidiyo katırlan. Doğru çekiyo. Bi de geliyo: İşde burası diyo; burası bizim evler. Tamam! İndiriyolar atı. Sen saklan diyolar ona; görünme.
                Bağırıyolar: Amca! Bizi bu ağşam mısafır alır mısın? Alırım diyor; gelin. Atıma? Atına da yer var, size de yer var. (Alıyolar içeri.) Çıkk! Giriyolar içeri.
                Diyo: Niye ağlıyo bu çocuk? diyo. Size ömürler diyo; gömdük onu biz diyo: Gelini. Biz diyo... Çıksa diyo, ne yaparsın? Bütün diyo sığırlarımı, hayvanlarımı veririm una diyo. (Kaynatası çok severmiş.) Verin elbiselerini! Getirin bakalım diyo. Hemen elbiselerini veriyolar. Ötede -dışarda- bi giyiyo; geliyo eve.
                Hemen kaynatasının elini öpüyo, kaynanasının elini öpüyo. KOcasına haber yolluyolar. (Kahvede.) Yörüyün! Geldi, Anşa geldi! Vay be! Bütün millet yürüyo, yürüyo.
                Niyse, gocasına diyolar: Git, ciğer al. (Bozuksa, ciğeri kendi yirmiş.) Gidiyo, ciğeri alıyo. Güzel pişiriyo. Buyur diyo ‘epciği. ‘Epsini başlayın. ‘Epciği yiyo.
                Sabālan, getirenlere diyo ki: Dile benden ne dilersin? Ne dileyelim senden ya! Sağlığını dileriz. Bunlar -urda- alıp kendilerini gidiyolar.
                Kırk gün yaşıyo. Kırk günden sonra ölüyo.
D- Neden ölüyor?
K- Korkmuş. (Bacakları bağlandı ya.)
X1- Ödü patlamış.
K2- Mezarlığa girince, ızdırabı varmış ya. Tabii ızdırabı...

Ömer Gözükızıl: İki anlatı arasında benim görebildiğim farklar; kadının anlatısında cadı diyor, erkeğin anlatısında o tipten bir adlandırma yok sadece bozuk diyor. Kadında erkeğin anlattığındaki gibi kadının çıplaklığına dair detaylar yoktu. Mallar, insanların ne iş yaptığı gibi unsurlarda yer almıyordu. Eskiden yaptığı olumsuz şeylerin cezasını bulmasını görüyoruz. Bu başka bir anlatıda da vardı. Kadın cehenneme gidiyor ve süte su kattığı için cehennemde azap çekiyordu bu da o minval üzerinde bir motif.
Ciğerde ölçüt şudur ki gelin ciğeri çiğ olarak yerse onun cadı ya da şeytan olduğuna karar verip öldürülecekti. Kız bir şekilde pişirip bir de ikram edince onun bozulmamış olduğuna karar veriyorlar. Kızın sınavı bu şekilde oluyor.
Cevat İnce: Kadın çevre ile ilgili hiçbir bilgi vermiyor, erkek ise dışarıda gezdiği için tam köyün yerleşimine göre masalı kuruyor. Kendi yaşadıkları köydeymiş gibi anlatıyor, kadın herhangi bir köydeymiş gibi anlatıyor. Behramlı’yı bildiğimiz için mekanı da ona göre anlayabiliyoruz. Kadının anlatımında ise çevre bilgisi yok.
Elif Kanca: Bir önceki masalda da adam avcılık yapıyordu kadın ise ev içindeydi. Herkesin dünyadaki yerinin altı çizilmiş. Ölenin genç bir kadın olması, gelin olması da aynı anlam dünyasına oturuyor.
Ömer Gözükızıl: Kahraman olarak olayların içinde çok fazla erkek yok. Bir sürü erkek karakter geçiyor ama olay örgüsünün merkezinde yer almıyorlar.
Macide Aksu: Yine erkek kurtarıyor, başka bir kadının korkusuna, kayınvalidesinin korkusuna ölüyor ama kaynatasının çabalamaları ile yaşıyor. Kadının çabalamasını görmüyoruz.
Ömer Gözükızıl: Oraya gelebiliriz aslında o nasıl bir korkudur ki yumurtayı bütün halinde yutup nefessiz kalıyor.
Cevat İnce: Köyün kendi yapısına da baktığımızda bu hikayelerin gerçek yaşandığı bir köy karşımıza çıkıyor. Yoksulluğun çok yoğun olduğu bir yer. Masal, sanki köyde kendilerinin ürettiği bir masal gibi… Bütün o örgüyü gerçek yaşamın içinde oturtturmuşlar gibi hissediyorum.
Ömer Gözükızıl: Kadın, mekan tasvirlerini çok yapmıyor bunun nedeni de aslında anlatıcı kadın oralı değil. Evlenme münasebetiyle İzmir’den gelip yerleşiyor. Dediğiniz doğru ama olayın bir de bu yönü var.
Elif Kanca: İkinci hikayede bir de şey var ölmüş sanılan gelin öte dünyaya geçmeye başlamış. İlkinde ise öyle bir şey yok. Sadece yumurta eridiği an tekrar kendine geliyor. İkinci hikayede ise cezalandırmalar başlamış.
Ömer Gözükızıl: Kadın anlatıcı cezalandırma safhasından bahsetmiyor ama erkek anlatıcı bunu anlatıyor. Büyük ihtimalle anlatan gelin de kaynatasından duydu. O anlatının içinde gelin mezarlıkta kadının öyle bir işleme tabi tutulmasını içinde sindirmemiş olabilir. Farkında olmadan taraf olmuş olabilir. Daha önceki aylarda da anlatıcının cinsiyetinin anlatıya etkilerini görmüştük. İsterseniz diğer anlatıya geçebiliriz.
Lapseki İlçe Merkezi  (26.04.2001)
Kadın, 81,  Lapseki İlçe Merkezi, ilkokul 4. sınıf

                İşte uykudamışlar. Uykudan, ağbim uyandırmış annemi. Anne demiş, bak demiş. Dovullar çalıyo; düğün vā demiş. Düğün var deyincesine de, annem bakmış: Dovul sesi değil. Tıngırı tıngırı... Pencereleri açmış şöyle: Kafalarında, kara tenceremiş. Hemen annem anlamış. Bunlar, periler galiba demiş. (Dedem hocamış ya: Sakın, gece kapı açmayın dermiş.) Kapatmış perdeyi: Oğlum demiş, Hafız Dayı’ya demiş “okuyucu” geldi; Kolkoparanlar’ın düğünü var. Sen uyu, sen uyu demiş.
                Sonra usul yerine(?) giden bu Çanakkale eski yolundan: Önünde bi sancakmış; kırmızılı, yeşilli. Arkasında da, ufecik ufecik tencereliler. Urdan çıkmışlā, gitmişlē. Bütün ama Lapseki’ye, deve damlarından inmişler. U Fatine Ablalar’ın urdan inmişler. U mahalle -herkez- görmüş unları böyle.
                Undan sonra -urdan çekip gittikten sonra- ertesi gün, bi hastalık yayılmış memlekete. Üç ay herkez hasta olmuş korkudan.
Cinlilēmiş. Nemişler? Cinlermiş; cinlilermiş işte. U kara tencereyi derdi annem, pencereden şöyle baktı mı hemen... Dedem derin okumuşmuş da; ondan.

D- X Teyze, bu cinliler, kapıları çalar mıymış?
K- Çalarmış.
D- Kaç kere çalarmış?
K- İki kere! Üç kere çalmazlāmış. Üç kere çaldığınan, bozulurmuş tılsımları; insan olurmuş. Bi tane su cadalağısı bi kadın -böyle İmral gibi- yerde, u cinlilerden -af edersin- çocuk doğurmuş üç tane.
                Kadın gelirdi bize. Artık dedem öldü de... Gene annemi bırakmazdı, annemi. Okurkana şeydermiş -bulunurmuş- yanında. İşte, sonra şey demiş: Üç kere bağırmayınca, sakın kapı açma demiş anneme.
D- Cinlilerden çocuk doğuran kadından bahseder misin biraz daha?
K- Daha düne, gene bize gelirdi kadın ama şimdi artık beş-altı senedir gelmiyo. Ben de gidemiyom; görmüyom. Kızın adı da... Üç tane kızmış. Dedem: N’apıyo Letafet? dermiş. İyi. Dedene gitme sen. Dede seni hasta ediyo dermiş cinliler; çocuklar. Dedeye gitme anne, dedeye gitme. Hasta ediyo dede seni dermiş. (Bilirlermiş; okumağa gelirmiş.)

Ömer Gözükızıl: Ben bunu dinleyince Latin Amerika romanı tarzına benzetim.  Ecinliler geçer bütün kasaba hasta olur. Cinden, şeytandan çocukları olur. Siz ne dersiniz?
Cevat İnce: Sanki kendi ailesinin başından geçmiş bir anlatı gibi anlatıyor.
Elif Kanca: Belki de gerçekten o kadının gayrı meşru çocukları var. O köyde belki de gerçekten bir hastalık olmuş. Anlatımın gerçekleşmesinin sebebi sonuçların gerçekleşmesi, bağladığı nokta ise doğaüstü olaylara dayandırılıyor.
Cevat İnce: Bunu anlatıyor olması da ilginç değil mi? Dedeye geliyor, dede okumuş adam, dede her şeyi biliyor, dedenin etrafındakiler de biliyor ve onu deklare edebiliyorlar.
Elif Kanca: Bir sonuç var ve kendi durumları içinde akılcılaştırması var. Kadının gerçekten 3 tane çocuğu olabilir ve o çocuklar evlilik dışı çocuklar olabilir. Aslında babaları da o köyden biri olabilir ve o gizleniyor olabilir.
Ömer Gözükızıl: Bazı anlatılarda karşılaştığımız durum şu, kahraman cin, peri ya da şeytan her neyse onunla konuştuğu anda şeytanlar tarafına geçer. Tek bu anlatıda var, şeytanlıktan, cinlikten kurtulmanın da bir formülü var. Kapıyı üç kere çalarsa şeytanlık kurtuluyor, o bana ilginç geldi.
Elif Kanca: Burada kurtulmak mı var yoksa kendi olandan ayrılmak mı var? İnsanlaşmak arzulanan bir durum değil aslında.
Ömer Gözükızıl: Ben de o anlamda kullandım. Aynı anlatı içerisinde bile adlandırma sorunları var. Kural olarak veremesem de önemli bölümü insan şeklinde, küçük boylu, sakallı yaratıklar. Bir iki anlatıda da normal insan boyutundan büyük yaratıklarda yer alıyor.
Cevat İnce: Ben şunu sormak istiyorum bu anlatıların içindeki öğeleri korku ve başka bir şey üzerinden psikolojik olarak nasıl okuyoruz?
Zafer Atasoy: Bu anlatıların çocuklara anlatıldığını düşünüyorum da bence biraz dehşet verici.
Ömer Gözükızıl: Ben bu tip anlatıları derlemeye gitseydim %99 oranında bu tarz anlatılarla karşılaşırdım. Çünkü her yerleşim yerinin tekin olmayan bir yeri mutlaka vardır. Bir yere gittiğinizde “buranın tekin olmayan yeri neresidir?” diye sorduğunuzda oraya ait anlatılarla birlikte anlatmaya başlarlar. Buna rağmen halkın psikolojisi iyi durumda. Çocukken korkardık ama yine de dinlerdik.
Zafer Atasoy: Çocuklara terbiye etmek amacıyla anlatılmış olabilir. Neden sonuç ilişkisi gibi masal tadında yapması gerekenler anlatılıyor. Bir de korku aşılanıyor, korkulması gereken nesneler varmış gibi. Biz korkuyu biraz öğreniyoruz. Doğal halimizde korku yok. Korku, bize sonradan öğretiliyor. Korku, gerekli bir şeydir, bizi tedbir almaya götürür. Bir şeyin fobi olup olmadığını anlamak için korkulan durumun altında bir huzursuzluk olup olmadığını araştırmak lazım. Korku bizi terbiye etmesi açısından önemli ve iyi ki hayatımızda var.
Ömer Gözükızıl: Buradan bir sonraki anlatıya geçelim. Burada bir başka anlatı daha var. Cumhuriyet’in kuruluşu ile ilgili bir anlatı. Ermişlerin çete zamanlarında gelip değirmenciye anlattıkları şeyler bunlar. 1940’lara kadar birisi gelecek, ülkeyi geliştirecek tek tek söylüyor ve kayboluyorlar. Cin, peri, şeytan, ermiş ne olursa olsun anlatı sonunda ortadan kayboluyorlar. Hatta hayvan kılığına girdiklerinde de ortadan kayboluyorlar.
Çağlar Turhanlı: Hangi hayvanlar kılığındalar genellikle?
Ömer Gözükızıl: Genellikle yerleşim yerlerinde tavuk, civciv, yerleşim alanlarının dışında keçi ve eşek kılığına giriyorlar.

Bozcaada İlçe Merkezi (05.06.2001)
Erkek, 78, ilkokul, dul, iki çocuklu

Caminin yanında. Urası ‘mecid’mişti. Mecid, ‘ani okulmuştu. Urada, zatlar yaşıyomuştu yani. Urda da yani, insanlā o şeytanlā karışıyomuş yani insana.
                Urda gene, kaynatamın evi vardı. Gece “karışmışlar” buna; kaynatama karışmışlar. (Undan duydum.) Şeytanlā çıkmış... Bazı sen uyursun mesela; nere gittiğini bilmiyosun. Arkandan geliyo. Takur-tukur yapıyo; gorkuyosun.
                Garıştılar buna. Şeytanlar var diyu hani orda. Hakkatan burda okulmuş eskiden. Burası tarıkat(?), topluluk: Hepsi unlar karışıyo yani. Karıştılar hepsine böyle yani. Buraya gaflet basıyo; otdiğin mi buraya, gaflet. Uygusu muygusu geliyo. Bi şey oluyo yani. Burası, eskiden ‘mecit’ diyolardı. U zaman öyleymiş urası. U caminin yanındadı u zaman. Çok hani şeyini görmüş onun. Eyiliğini görmedi yani. Da onu karışıyolardı böyle.


Benim, rahmetli amcam vardı. Gene o Hovardalar’ın evinden -bekârken- bi gün çıkıyo. Şurda, köprüler vardı çok; siz bilmezsiniz, hatırlamazsınız. Şurda bi beton yol var. Rum Mahallesi’ye, Türk Mahallesi’ni ayırır. Orda, yarım daire şeklinde şeyler vardı, köprüler vardı eskiden. Güzeldi çok. Evet, onun üzerinde köprüler vardı.
                Bir gün, rahmetli amcan çıkıyo evlerinden. Bacaklarının arasında, devamlı bi tane kedi yavrusu dolaşıyo. (Bu esas; gerçek yani.) O zaman, elektrik de yok adada. Devamlı... Fakat ayaklarına hic deymiyo.Devamlı... Rahmetli amcam, bu sefer uyanmış işte. Bu demiş, şeytan! Zarar verirsem, beni çarpar fikriyle.
                Köprünün başına geliyo rahmetli amcam. Köprüden, öbür tarafa geçiyo. Arkasına baktığı zaman, o kedi şey olmuş: Eşek yavrusu olmuş. Evet.
                Sonra bunu -ertesi günü geliyo buraya- müftüye soruyo. Buruya, müftüye soruyo; müftülüğe soruyo. Müftülüğün verdiği yanıt: Onun demiş sınırı, oraya kadar. Bu tarafa geçemez diye yanıt vermiş. (Rum tarafında kalıyo. Hayvan, Rum tarafında kalıyo. Rahmetli amcam geçtiği zaman, arkasına bakıyo: Küçük sıpa olmuş; evet.) Geçmemiş. Belki de, su akıyo diye geçmedi.

Ömer Gözükızıl: Rum tarafında kalması dikkat çekici büyük ihtimal adada Rumlar hakim olsaydı bizim tarafımızda kalacaktı.
Cevat İnce: Bu tür anlatılarda her zaman bir eğlence ortamı var. Düğün kuruyorlar, içki sofrası kuruyorlar.
Elif Kanca: Dışarıdan dinsel bir nedeni olabilirmiş gibi geliyor ama değil çalışma hayatı ile onun dışında kalan iki alanı temsil ediyor. Eğlence alanı sıkı kontrol edilmesi gereken bir alan ama cinin hayatında öyle bir şey yok. Eğlenceyi iktisadi bir sınırla çiziyor. Kadın niye ceza alıyordu çünkü işini hakkıyla yapmadığı için seni cezalandırılıyor. Belli alanların cinli perili olması da çok sık rastlanan bir şey o da tamamen mülkiyet devri ile alakalıdır.
Yusuf Çelik: Anlatıların birinde doğurtan kişi cadı oluyor. O anlatı ile ilgili yorum almak istiyorum. Ona yardım ediyor ama sonrasında kadın yaktırılıyor.
Ömer Gözükızıl: Peki, o anlatıya da bir bakalım.

Eceabat - Behramlı Köyü (15.04.2001)
Kadın, 11, Behramlı, 5. sınıf öğrencisi, bekâr, beş kardeş

                Bir varmış, bir yokmuş. Bir değirmenci varmış. Değirmencinin, Anşe diye bi karısı varmış; karısı varmış. Karı hamileymiş. Adam, gece işe gidiyomuş. Değirmene gece gidiyomuş.
                O gece de, kadının ağrısı gelmiş. Daha anasına gitmek için, daha tepeleri aşıcakmış. Uzaktaymış anasının evi. Oraya gitmek istemiş.
                Giderken, önüne bir perii çıkmış[3]. Peri işte. (Kocakarımış ta, periimiş.) Anşe Kadın demiş, nereye gidiyosun? demiş. O da demiş: Anneme gidiyorum demiş; hamileydim demiş. Ağrılarım tuttu demiş. Sonra peri onu görüyo; evine götürüyo.
                Diyo ki: Sen diyo yat oraya diyo. Ondan sonra, şey falan yapıyo onu. Nur topu gibi bi kız oluyo. Yanına koyuyo.
                Sonra, kadının peri olduğunu anlıyo; ayakları ters olduğunu anlayınca. Diyo: Senin canın et ister diyo. İstemez kızım diyo. İster, ister diyo. Sonra, dışarı çıkartıyo periyi. Her şeyi mesmeleyle koyup, mesmeleyle kaldırıyo. İşte masaya falan koyunca: Mismillahirahmanirahim diyo.
                Sonra, peri dışardan diyo ki: Süpürge diyo: Şeyi -kapıyı- bana açar mısın? diyo. Hayır diyo. Ben mesmeleyle kondum diyo. Ondan sonra, evin içindeki bütün eşyalara söylüyo. Hayır diyo. Yani hepsi: Mesmeleyle kondum; şey olmaz diyo.
                Sonra peri, tavan arasından iniyo. Tabutu gösteriyo. Kadın, orda ölüyo.

Ömer Gözükızıl: Et bu anlatıda önemli, eti bir geçiş malzemesi, kendisi gibi yapmak için kullanıyor.  Yusuf Çelik: Ben cadıya dönüşmesinin nedenini merak ettim.
Ömer Gözükızıl: İlk olarak peri denmesinin nedeni ulu bir yaratık olmasından dolayı değil. Biz olumlu anlıyoruz ama peri, şeytan, cin vs. bunlar birbirinin içine girmiş kavramlardır.
Yusuf Çelik: Ben burada Avrupa’nın etkisinin olabileceğini düşünüyorum. Cadıların şifa verici kadınların olma durumunun etki etmiş olabileceğini düşünüyorum.
Ömer Gözükızıl: İlacı iyi yaptıkları için değil eski inanca dair etkileri üzerinde taşıdıkları için cezalandırıldılar.
Elif Kanca: Bu aslında tipik bir al bastı hikayesi. Geçiş durumundaki bir kadın var, kadın da yalnız kalmış. Onun üzerinden albastı durumu yaşanmış ve onu anlatıyor.
Ömer Gözükızıl: Önce kendisine tabi kılmak istiyor, kılmayınca ortadan kaldırıyor. Kız, besmelelerle kendisine gerekli kuşatmayı, korumayı yapıyor.   
Elif Kanca: Muhtemelen besmele ile her yere dokunabiliyor ama tavana boyu yetmediği için dokunamıyor.
Ömer Gözükızıl: Giriş alanı olarak onu hesap etmediği için oradan kaybetti ve korkudan öldü.
Ayvacık - Gülpınar Beldesi (26.06.2002)
Erkek, 73, üç yıllık eğitmen mezunu, evli, üç çocuklu

D-Hüseyin Amca, gördüğü bir olayı anlatacak. Sen, bunu gördüğünde kaç yaşındaydın?
K- Yedi yaşında falan. Tahmini ama bu tabi; haliyle. Yedi yaşında. Ben, hayvan aramağa gidiyorum. Hayvanlarımız tabi... Babam vefat itti. Çok yani yetim kaldım.
Annem beni kaldırdı. U zaman saat yok, takvim yok. Kalk evladım! Ayın aydın... Mehtap gibi. Sabah olmuş. Hayvancıklāmızı getir. Bırçak yolmağa, efendim nohut yolmağa, bakla yolmağa gidicez; geç galmayalım. (Ayın mehtabı.) Ben hemen fırladım. Kalktım, yörüdüm. Ormanlān arasında, tabi haliyle yol-mol yok. Suyun başına indim. (Kaynaş(?) denilen su var urda bi; kaynar. Suyun başına indim. Şöyle bi baktım ki: Ah! Bi kadın. Ben tabi haliyle hem korktum hem şaşırdım. Korktum tabi. Undan so, o beni gördü. Şimdi kadın beni gördü. Görünceye gadar, sudan çıktı. Sudan çıkıncaya gadar, böyle ayağa dikildi. Saçlarını şöyle saldı (Saçlarını, arkaya doğru saldı. Ö.G.) ama bana tam böyle bakıyo yani. Başını da da böyle sallıyo yani. Saçları... su dökülsün haliyle gibi felen. Ben, kendi kendime şaşırdım tabi. Korktum da. Bu didim, ne olabilir böyle? Bu zamanda, kim gelir bureye? Ama bura çamaşırlık. Yani çamaşır yıkanıyor devamlı. Ben herhalde didim, çok geç oldu. Çamaşıra gelmek vā didim. Baktım: Çamaşıra falan gelik değil. Elinde: Üst-baş hiç yok; çırılçıplak. Sadece saçları sarılı; o kadar. Saçları, tam burulara -kalçalarına- iniyo yani. He! Kaba kıç diyiveririz ya; urulara kadar iniyor. İninceye gadar, ben temelli gorktum. Sarı saçları; sarı. Kendi de beyaz. Gözleri de acık sarımtırak ama gene yani bizim gözlerimize benzer de fakat sarımtırak. Boyu senden[4] fazla. Bizim buramızın en acar adamı kadar var yani.
D- Onu, suyun içinde gördün sen. Sana baktı; kafasını salladı.
K- Gene suya girdi. Ama ben korkula -çocuktum tabi- dikildim. U şekilde, ‘ani asger gibi böyle dikilikim. Undan sonra, tekrar gene çıktı bu sudan. Gene bana baktı. Hani baña laf atar gibi bi durum var. Fagat ne ben gonuşuyom, ne o gonuşuyo. Ondan sonra bu çıktı. Ben gene dikiliyom. Çıktı. Böyle başını -saçlarını- sallaya sallaya dağa sardı gitti; Sarıgız Dağı’na. İşte şu dağ. Ormanın arasında. Yalnız, giyim yok. Üst-baş yani aynen çırılçıplak. Bütün vücudunu gördüm; her tarafını gördüm. Memeleri aşağı böyle sarkık böyle. Tabi kadın, kendi de büyük olduğu için. Ben, gay bundan sonra şaşırdım tabi haliyle. (Gittim hayvanları, tekrarında buldum.) Bu gitti ama. Hem bakıyo baña hem gidiyo. Mesela on beş-yirmi adım gittikten sonra, dönüyo bakıyo. Beni de, bakar görüyo haliyle. Undan sonra, bu kayboldu ormanlara; gaynadı gitti. Ben geldim eve.
                Anneme -Allah rahmet eylesin- didim ki: Anne didim, böyle böyle. Ah evladım; sana didi garışırlā didi. (Tabi u zamanlā, bi garışma davası var.) Şeytan karışırmış; hasta olurmuş.
D- Sen ne yapsaydın karışırlardı?
K- Laf atsaymışımdı una. Veyat buna saldırsaymıştım. Mesela bi tarafını elliyeyim gibilerden falan. U zaman mutlaka karışırmıştı. Fakat ben buna hiç... Ne u bana, ne ben una hiç laf atmadık.
D- Karışsaydın ne olurmuş?
K- Ya bilmiyorum. Hasta olurdun; ölürdün diyolā.
                Undan sonra ben rahatsızlandım; hastalandım. Birkaç gün yattım. Bana annem... Mesela okumuş kadınlar olur ya. Bunlardan bir-iki kadın getirdilē: Okudulā, şe yaptılā. Ben, undan sonra düzeldim.
                Undan sonra, gece tekrarında, rüyamda gördüm bunu. Sen bana diyo, laf niçin atmadın? (Rüya amma; gece rüyada bu.) Ben: Korktum didim. Unun için laf atamıyom didim.
D- Kaç kere daha rüyanda gördün?
K- Üç defa rüyamda gördüm.
D- Üçünde de aynı şekilde mi söyledi?
K- Aynı. Hiç başka kelime yok. Aynı kelimeler konuşuyo: Niçin bana -mesela- laf atmadın? diyor. Niçin beni ellemedin? Ben didim, bilemem seni didim. U vaziyette kaldık.
D- Sen hasta yattığında baygın mıydın, kendinde miydin?
K- Kendimdeydim ama yani bi yanım tutmuyo yani. Galkamıyom ayağa. Ayağa kalkamıyom fakat Allah razı olsun okuyanlara da, okudulā üfledilē beni. Biz tabi haliyle: Tırıl, genciz. Galktım. Bi daa, bu vaziyette kaldık.
D- Sen orada -o bölgede- Sarıkız’ın olduğunu, buolay başına gelmeden önce- duymuş muydun?
K- Duydum.
D- Yani altı-yedi yaşındayken biliyordun?
K- Diyolādı ama biz gulag vēmiyoduk; tabi çocuküz. Sarıgız vā burda diyolādı; Sarıkız. İnsanlara görülürmüş falan diyolādı. Fagat biz emniyet vēmiyoduk biliyo musun. Urda u vaziyette görünceye gadā, ben bunu da böyle anlattım burularda tabi yaşlılarımıza; bizden daa yaşlılā. U zaman: İy ki sana karışmamış diyolā. Ellememişin, laf atmamışın. Atsaydın, mutlaga karışırdı ve belki de seni de alır giderdi bile. Öyle laflā da duydum yani, duydum.
D- Daha önce karşılaşanlar olmuş mu Sarıkız’la?
K- Olmuş ama kim bildeğem yok. Öyle görenlē olmuş.
D- Senden sonra görenler oldu mu?
K- Hayır, olmadı.
D- En son sen gördün?
K- En son.
D- Neden çamaşırlıkta oluyor?
K- Banyoya geliyomuş uruya. Yıkanmağa geliyomuş.
D- Gördüğün yer dere mi, göl mü?
K- Yok, yok. Orası: Çıkar bi gaynar su var urda. Orası böyle çevrilik yani taşlarla falan. Urayı biz bile -hani af buyur- hamamcı oldiğimiz zaman, gidip urda mesela apdes alıp, urda cünüpliğimizi giderebiliyoduk yani. U vaziyette su urası. Yani yıkanma yeri.
D- Sadece erkekler mi gider? Bayanlar da...
K- Bayanlā da gider.
D- Çamaşırlıklarda, böyle cin gibi, peri gibi şeylerin olduğunu söylerler miydi?
K- Söylēlē, söylēlē, söylēlē. Cinlē, perilē gelir ureye. Yıkanır derlerdi yaşlılar tabi; bizden yaşlılar.

**
D- Sizin burada, Çavuş Deresi var.
K- Gurk çıkā derlē urda da. Yavrula beraber, göya insanlara çıkāmış ama ben unu bilmiyorum.
D- Gurk çıkar da, ne yaparmış?
K- Şeytanmış göya. İnsana karışırmış. Una sataşırsak yahut yavrusunu aleyim dersen, insana yani zarar verirmiş. Öyle derlēdi.
D- Başına bir iş gelen oldu mu Çavuş Deresi’nde?
K- Herhalde olmadı. Ben, duymadım unu.

Ömer Gözükızıl: Bu Sarıkız Gülpınar’da bir bölge. Sarıkız’ın şekli, gelişi, gidişi eski anlatılar gibi şekil almış. Ondan sonraki tedavi sürecinde ise diğer anlatılardaki gibi süreç işliyor. Bu kısımlarda daha önceki anlatılarla örtüşen bir yapısı var. Bana göre bu eski anlatı ile güncel sonuca dayalı yapının üst üste durması ve zamansallıkta da farklılaşmış bir anlatı olarak düşünüyorum.
Elif Kanca: Sarı renginin bu bölge için bir anlamı var. Denetimin cinsellik üzerinden olması üzerinden geçen bir anlatı.
Cevat İnce: Olayı kendisinin başından geçmiş gibi anlatması ilginç bir durum.
Elif Kanca: Yaşamış, çarpılmış, yataklara düşmüş.
Ömer Gözükızıl: İlginç olan şudur ki çocuk yasağa karşı gelmediği halde etkileniyor.
Elif Kanca: Bir sonuç var, bu sonuçta çocuğun erken cinselliği ile ilgili bir sonuç. Bu hikayede cinsellik ile ilgili toplumsal denetime yönelik çok net mesajlar var.
Ömer Gözükızıl: Sarıkız hikayelerine devam edeceğiz.













Kentler Anlatılınca Güzeldir sloganı ile çıktığımız bu yolculukta kentimizi anlatmaya ve paylaşmaya devam ediyoruz. Eylül ayından itibare...